Sürekli 'lockdown' ve tek adam yönetimi

Virüsün üreme hızını düşürmek için alınan önlemler esasen insanların evlerinde kalmasını ve sadece belli şartlar altında ortak yaşam alanlarını kullanmasını öngörüyor. Örneğin aynı evde yaşamayan insanlar arasında 1,5 veya 2 metre mesafe bırakılması yahut insanların beraber zaman geçirdiği sosyalleşme alanlarının kapatılması gibi uygulamaları içeriyor. Ancak kısıtlamaların hepsi bundan ibaret değil.

Ahmet Murat Aytaç aaytac@gazeteduvar.com.tr

Son günlerde iktidara meyyal kalemlerin kâğıda döktüğü tüm satırları tek bir kelimeyle özetlemek mümkün: Başarı. Söylendiğine göre tek adam yönetimi veya diktatörlük gibi kavramlarla eleştirilen “Türk usulü” başkanlık sistemi korona virüsüne karşı verilen mücadelede en ciddi sınavını vermiş, başarılı olduğunu kanıtlamıştır. Siyasetin hedeflerinin ziyadesiyle daraldığı, hükümetlerin performans ölçütünün tespit edilen hasta sayısı ve kaç hastanın öldüğü üzerinden yalınlaştırıldığı bir dünyada, AKP’liler ülkedeki düşük ölüm istatistikleriyle böbürlenmenin keyfini çatıyor. Ölüm nedeni ve ölüm anı gibi parametreleri manipüle ederek korona istatistiklerini bükmek günümüzün en gözde devlet sporu ve belli ki AKP’liler de bunu öğrenmişler. Ah, istatistiklerin dili olsa da bir konuşsa, iktidarın propaganda makinesinin ve siyasi kozmetik uzmanlarının elinden çektiğini söylese. Kim bilir neler neler anlatırdı. Ancak her şey bir yana, açıklanan istatistiklerin anlamlı olduğunu ve yanlış olmadığını bir an için varsaysak bile, asıl sorun yine de ortadan kalkmış olmuyor. Çünkü iktidar sözcüleri herhangi bir yönetim başarısından söz etmiyor, düpedüz Türkiye’deki siyasi rejimin rüştünü bu süreçte ispat ettiğini savunuyor, çok daha büyük bir iddiayı ileri sürüyorlar.

Oysa korona siyasetinin başarısı dünyanın birçok demokratik ülkesinde tek tek hükümetlerin veya liderlerin performansı üzerinden tartışılıyor. Örneğin İtalyan hükümeti önlemleri iyi uygulayamadığı, Johnson ilk başta önlem almayı ciddiye almadığı, Trump bütün bir süreci kötü yönettiği için eleştiriliyor. Bizdeki tartışma, içinde bulunduğu bu genel düzeyden çıkarılıyor ve rejim düzeyine taşınıyor, tek adam yönetiminin bütün geçmişi pandemi sürecindeki sözüm ona başarısı üzerinden temize çekilmeye çalışılıyor. Ama asıl mesele de tam olarak bu noktada açığa çıkıyor. Çünkü yürürlükteki rejimin sağlamasını kriz anında elde edilen “başarı” üzerinden yapmak, sistemin bağrında gelişen daha bütünsel bir başarısızlığın dolaylı olarak ifade edilmesi anlamına geliyor. Sistem düzeyindeki bu başarısızlığın görülebilmesi içinse korona siyasetinin genel anayasa düzeni içinde nerede durduğunu belirlemek gerekiyor. Bugün dünyanın birçok yerinde salgınla mücadelede ilan edilmemiş bir olağanüstü hâl uygulaması yürürlükte bulunuyor. Bu fiili olağanüstü hâl çerçevesinde uygulanan önlemler enfeksiyon “eğrisini düzleştirmek”, başka bir deyişle virüsün yayılma hızını düşürmek için gerekli sosyal mesafe kurallarını hayata geçirecek bir salgın yönetimi anlayışını yansıtıyor. Bence tartışmanın esas zeminini de bu anlayış ile olağanüstü hal meselesi arasındaki bağlantı oluşturuyor.

Virüsün üreme hızını düşürmek için alınan önlemler esasen insanların evlerinde kalmasını ve sadece belli şartlar altında ortak yaşam alanlarını kullanmasını öngörüyor. Örneğin aynı evde yaşamayan insanlar arasında 1,5 veya 2 metre mesafe bırakılması yahut insanların beraber zaman geçirdiği sosyalleşme alanlarının kapatılması gibi uygulamaları içeriyor. Ancak kısıtlamaların hepsi bundan ibaret değil, çünkü sosyal mesafelenme önlemlerinin önceden belirlenmiş bir hukuki çerçevesi veya sınırı yok. Bu yüzden toplumsal etkileşim azalsın diye devletin insan hareketliliklerine getirdiği her türlü kısıtlama bu bağlamda değerlendiriliyor. Alınan önlemlerin siyasi boyutunu, esasen cezaevlerinde insanları, eşyaları ve diğer canlıları bulundukları mekânda kilit altına almak için geliştirilmiş bir alarm protokolü olan “lockdown” (tecrit veya kapatma) uygulamasının toplumun bütününe yayılması oluşturuyor. Mesela 11 Eylül sürecinde ABD’de sivil havacılık alanında üç gün için ilan edilen sert önlemler böylesi bir genişletmenin ilk bilinen örneklerinden birini oluşturuyor. Gündelik hayatta insan hareketliliklerini denetlemek için kullanıldığında, istenilen sonucun elde edilmesi için alınan tedbirlerin bazı polisiye önlemlerle ve cezai yaptırımlarla desteklenmesi de gerekli hale geliyor.

Böyle bakıldığında olağanüstü hâl kataloglarında rastladığımız afet hali, sıkıyönetim, seferberlik, kuşatma veya savaş hali türünden standart acil durum uygulamaları gibi bir hukuki statüsü olmasa da kapatma ilan etmenin aslında fiilen yürütülen bir olağanüstü hâl siyaseti olduğu açıkça görülüyor. Ancak bu durumu hukuksallaştırmak yerine kapatma ilan etmenin bazı sebepleri var. Hem önlemlerin olağanüstü hâl yetkilerinin sunduğu olanaklarla istismar edilmesinin önüne geçmek hem de kamu algısında pandemi yönetimini devletin ezici gücüyle özdeş kılacak ve böylece halkı iş birliğinden uzaklaştıracak bir yaklaşım benimsememek adına dünyanın birçok ülkesinde hukuken ilan edilmemiş bir olağanüstü hâl uygulanıyor. O halde bugün dünyanın karşı karşıya olduğu temel soruyu fiilen yürütülen bir olağanüstü halin insan hakları ve özgürlükleri alanında kalıcı bir tahribata yol açma olasılığı nedir şeklinde özetlemek mümkün. 11 Eylül sonrası dönemde yaşanan deneyimler, tüm dünyaya asıl sorunun hukuken ilan edilmiş bir olağanüstü hâl sürecinde yetkilerin aşırı kullanımında değil, olağanüstü yetkilerin normal koşullarda da sürdürülmesi olduğunu gösteriyor. Bugün kapatma adı altında uygulanan fiili durum, ne zaman başladığı ve ne zaman biteceği belli olmayan bir sürecin içinde devletin aldığı sert önlemlerin kalıcılaşması ihtimali üzerinden söz ettiğim bu olağanüstü hâl problemine bağlanıyor.

Farklı hükümetlerin önlem almakta gecikme, alınan önlemleri erken gevşetme yahut bazı önlemleri almaktan imtina etme gibi hususlarda eleştirilmesi, esasen başı ve sonu belirsiz olan fiili bir sürecin uygulanmasında ortaya çıkan problemlerle ilgilidir. İşte Türkiye’de iktidar sözcülerinin dillendirdiği ve övündüğü sözümona başarı, tüm dünyanın hazırlıksız yakalandığı böylesi bir olağanüstü hâl dinamiğine hızla adapte olabilmekle ilgilidir. Başarı sadece “bir” sözcükten ibaret, oysa nitelediği durum “çok” sayıda göstergenin bir araya gelmesinden oluşuyor. Aslına bakarsanız tüm dünya salgının gelişini izlemiş ve bu süreçte her hükümet bir ölçüde başarısız olmuştur. Genel işleyiş aşağı yukarı şu şekilde olmuştur: Salgının ilk başladığı ülkeler, önceki salgın deneyimlerine ve mevcut yönetim yapısının niteliklerine göre bir tepki geliştirmiş ve esasen başarısız olmuştur. Sonradan salgının sıçradığı her ülke bir öncekinin uygulamalarını önüne yapılmaması gerekeni gösteren bir örnek olarak koymuş ve onun hatalarından kaçınmaya çalışmış, ancak kendi hatalarıyla bir sonraki ülke için tekrar edilmemesi gerekeni gösteren bir örnek oluşturmuştur. Herkesin bir ölçüde pay sahibi olduğu ve dünya çapında yaşanan bir başarısızlık akan zamanı askıya alarak insanı mekâna kapatan mevcut olağanüstü hâl rejiminin asıl müsebbibidir.

İşte AKP’liler böylesi karmaşık bir görünüm arz eden bütünsel bir başarısızlık sürecinde başarılı olma iddiasında bulunuyorlar. Oysa elde var olan ve gözün gördüğü şey hiç de öyle iddia edildiği gibi başarıyı işaret etmiyor. Hükümet ideal durumda yaygın test uygulaması, temaslı izleme ve koruyucu ekipman tedarikiyle mücadele etmesi gereken salgınla daha ilk andan kısıtlamalara gitmek yoluyla mücadele etmeyi seçmiştir. Üstelik kısıtlamaları belli toplumsal gruplar üzerinde kategorik olarak uyguladığı için, o grupları siyaha boyamış ve diğer kesimler için hedef haline getirmiştir. Kısıtlamaların belli grupları kategorik olarak hedef almasının son derece yıkıcı insani sonuçları olmuştur. Örneğin 18 yaş altı ve tümüyle sağlıklı biri evde otururken, astım hastası olan yetişkin bir eczacı yahut kalp rahatsızlığı olan bir kurye çalışmak ve riske atılmak zorunda bırakılmıştır. Yahut tehlike altında olduğu için korunması gereken 65 yaş üstü insanlar tehlike kaynağı gibi görülerek saldırıya maruz bırakılmıştır. Türkiye’de yaşanan şey hiçbir şekilde tıbbi veya insani bir başarı olarak görülemez, eğer ortada bir “başarı” varsa o bir tek olağanüstü hâl koşullarını en ileri derecede yaratıp uygulamada vardır.

Toplumun bütününü hedef alan yaygın bir tehlike olduğunda, yetkilerin bir elde toplanması ve bazı hakların kullanımının durdurulması, dünyanın her yerinde hızlı ve etkili bir müdahale için gerekli bir zorunluluk olarak görülür. Ancak bu durumun geçici olması ve alınan önlemlerin orantılı olması esastır. Oysa biz olağanüstü halin nasıl kalıcılaştığını 15 Temmuz sonrasında büyük ve acı deneyimlerle öğrendik. KHK’ler yasaya dönüşüp kalıcılaştığında, uygulanan pasaport yasağı uygulanan insanlar “full lockdown” koşullarında yaşamanın ne demek olduğunu görmüştü. Şimdiki evden çıkma yasağı, en çok bunun toplumun geneline yayılması olarak değerlendirilebilir. OHAL yetkilerinin kolluk güçlerince nasıl kullanıldığını sokakta terk edilen insan cesetlerinden veya buzdolabına konan ölülerden zaten biliyorduk. Şimdi Adana’da öldürülen göçmen Ali El Hemdan’ın akıbeti veya arkasından ateş açılan Nusaybinli çocukların yaşadıkları fazla bir şey değişmediğini gösteriyor. Yukarda söz ettiğim ve sistemin bütününe özgü olan başarısızlık da işte burada somut bir görünüm kazanıyor. Dünya koronanın yarattığı olağanüstü hâl dinamiğine hazırlıksız yakalandı ve uyum sağlayamadı. Oysa Türkiye “başardı”, çünkü zaten hiç olağanüstü hâl sürecinden çıkmamıştı. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi rejiminin ispatladığı ve gösterdiği tek şey budur: Kriz bu yönetimin DNA’sında vardır ve bu rejim uzun ve zamana yayılmış bir olağanüstü hal dinamiğinden ibarettir. Uzun sözün kısası, tek adam yönetimi bitimsiz ve belirsiz bir “lockdown” sürecidir.

Tüm yazılarını göster