Süreyya Aylin Antmen: Şiir, bir kalbi çığlıklarla büyütür

Süreyya Aylin Antmen ile yeni şiir kitabı 'Bırakma Dersleri'ni konuştuk. Antmen, "Şiirin yol açtığı değişimin vicdani değerler üzerinde kurucu bir işlevi, insanı her türlü hastalığından sağaltıcı bir tarafı vardır. Hakikat gerçek şifacıdır. Dolayısıyla şiir gücünü en çok buradan alır" dedi.

Abone ol

Birgül Sevinçli

DUVAR - Süreyya Aylin Antmen, 'Sonsuzluğa Kiracı' adlı şiir dosyasıyla 2008 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’nde dikkate değer görüldü. İlk şiir kitabı 'Sonsuzluğa Kiracı', 2011 yılında yayınlandı. İkinci kitabı 'Geceyle Bir' 2016’da, 'Ateş Sözcükleri' de 2018 yılında Ve Yayınevi tarafından yayınlandı.

Antmen'in şiirleri başka dillere çevrildi. Antmen, Turkish Poetry Today 2017, Red Hand Books, 2017. (İngiltere), Mantis Journal. Stanford University Press, 2019. (Amerika), The Enchanting Verses Literary Review, 2020. (Hindistan) gibi yayınlarda yer aldı.

Kendi içinde sürekli devinen, yıkan, fakat sonra yeniden inşa eden, sanki azdaki çoğulluğu çokluktaki azlığı fark eden ve ettiren, bir yanıyla sükûnetten beslenirken, diğer yanıyla hep huzursuz edebilen, hem her haliyle kabule hem de külliyen reddedişe olanak tanıyan, ironik bir dille kurulu, cesur, güçlü ama bir o kadar da naif satırlardan oluşuyor 'Bırakma Dersleri'. Sözcükler bazen alçalan, bazen yükselen bir ritimle aklımıza, ruhumuza, zihnimize sızıyor okurken. Başka bir âleme seyre davet gibi.

Antmen ile Ve Yayınları'ndan çıkan yeni şiir kitabı 'Bırakma Dersleri' üzerinden şiirden, şiir işçiliğinden, sözcüklerin ve şiirin değiştiren, dönüştüren gücünden konuştuk.

Süreyya Aylin Antmen

Thierry Maulnier, "Şiirden söz eden, özellikle ozan bile olsa, bilmediği bir şeyden söz eder, bununla birlikte yine de şiirden söz etmek gerekir. Çünkü o vardır" diyor. Maulnier’nin şiirin bilinmezliği olarak bahsettiği şey farklı konumlarda varoluşundan ve her şiirin öznel karakterinden mi ileri geliyor? Siz ne söylemek istersiniz şiir konusunda?

Paul Celan'ın şiiri üzerine yazdığım bir yazıda "Yokluğun alanı varlığın en büyük kesitini oluşturur. Bu yokluk alanını bir tek şiirde tüm çıplaklığıyla görürüz" diye yazmıştım. Bu yokluk alanı, sözcüklerin ardındaki sessiz gürültüdür. Bir dip akıntısı. Şiir üzerine konuşmamızı mümkün hâle getiren bir hakikat. Hem çok açık hem de alabildiğine gizemli. Asla tüketilemez bir şey. Şiirde asıl konuşanın kolektif bilinçdışı olduğunu görüyoruz, bu konuşmanın tarihi insanın tarihi kadar eskidir. Şiirin daima güçlü şekilde ayakta kalışı bundan kaynaklı. Bu konuşma sessiz, zihin için belirsizliklerle dolu çünkü aynı zamanda anlatılamaz olanın kendisi, şiirdeki her açık anlatı bu gizli yüzü de içerisinde barındırıyor.

Hemen kavrayamadığımız gizemi bir şiiri okur okumaz bize katılır, zihin tarafından işlenmeye başlanır. Bir birikim yükü, arkaik bir dildir bu. İnsanın tarihi boyunca yol kat ederek sese, nefese, duyguların politikasına dönüşmüştür. "O, vardır", çünkü hepimizin içindeki başkası, bir başka kendilik durumu bu söylemi her şeyin üzerinde tutuyor, görünür kılıyor; en çok o 'olmayan'ın konuştuğunu duyuyoruz, bunu görebilmek, ancak kulaklarınız duymaya açıksa mümkün olabilecek bir şey. Şiirin kaynağının 'orası' olduğunu anlıyoruz, dünyanın ilk gününün, ilk kasırganın, bir bedenle ilk sarsılışın... Çok daha fazlasını içerisinde barındıran bir 'Orada' var karşımızda.

Bu nedenle çoğu zaman şair bile ne anlattığını açıkça bilemez, bu ayrıca şiirin çokanlamlılığından ve sözcüklerin çağrışımlarla dolu birlikteliğinden de kaynaklanır. İki sözcüğün yan yana gelişindeki duyumsayışta bile şaşırtıcı sayıda çağrışım olasılığı vardır. Sonrasında bir yüzleşme gerçekleşir, karşılaşma da diyebiliriz buna, ancak bu karşılaşma sırasında şair, o şiirde ne demek istediğini tam olarak kavrayabilir. Kendisiyle karşılaşmasıdır bu aynı zamanda, insanın içinde sessizce yaşamını sürdüren öteki ben ile.

Şiirdeki işleyiş bilinemez, anlatılamaz olanın bilinç üzerindeki baskın hâkimiyetiyle kurulur; olanı, her zaman var olmayanın arzusu belirler.

'Bırakma Dersleri'ndeki birçok şiir, okuruna bir şiirin sadece o şiire giren değil girmeyen sözcüklerden de meydana geldiğini düşündürüyor. Bununla ne demek istediğimi daha açık söylersem, çoğu zaman bir şiirin güzelliğini dışında bıraktığı ama çağrıştırdığı sözcüklerin toplamı ile de örtüştürüyorum ben. Bir sözcüğü kullanmadan önce onu evirip çevirmek, ölçmek biçmek düpedüz derin işçilik. Bu işçilik şairin kendi sesine giden yolu açanın ta kendisi. Siz ne dersiniz?

Büyük bir ateş yaktığınızı düşünün, sonra istediğiniz kadar uzaklaşın, ateşi ve manzarayı oluşturan parçaların sınırlarını onun aracılığıyla görmeye, hatta sıcaklığını hissetmeye devam edersiniz. Işığın yankısıdır bu. Sizi uzaklaşırken bile kendisine çağırır, bunun için kullandığı dil şiirin diline oldukça benziyor. Çağrışımlar... Zihin her şeyi birbiriyle ilişki içerisinde düşünerek işler, bağıntılarla kurulu bir bütündür bu, biz yalnızca bütün oluşuna odaklanırız, halbuki işleyişe baktığımızda her bir parçayı birbirine bağlayan şeyin duygular olduğunu fark ederiz; sımsıkı içimizde tuttuklarımız, inançlarımız, yargılarımız, algımız, kalpten bırakamadığımız bir duygu yumrusu, kendini taşıran bir düğümdür... Tutuşun kendisinde bir duygular kültürü barınır. Bir yönüyle de, içimizde taşıdıklarımız sadece bize ait şeyler değildir, bizden önce yaşamış olanlardan da izler taşır, bu kolektif bir alandır. Walter Benjamin 'Pasajlar'da "Kulak verdiğimiz sesler içerisinde artık susmuş olanların yankısı da yok mudur?" diye soruyordu, bu şiir için de çok geçerli. Bir şiirin varlığında, bu kolektif alanı doğrudan şiire katılmaya, onu şiirin bir parçası kılmaya çağırırız, dolayısıyla sizin de belirttiğiniz gibi sözcüklerin yanında daima bir sözcüksüz olan bulunur. Şiirde değillerdir, buna karşın kendilerini açıkça ortada olandan çok daha baskın şekilde hissettirirler. Belki de, bir şiirde dünyayı topyekûn bir sözcükte var olmaya çağırırız. 

'ŞİİRİN SORUNLARI, VARLIĞIN SORUNLARIDIR'

'Bırakma Dersleri'nde, şiirler arasında aldığımız yol bizi sözcüklerle felsefi bir derinliğe ve o aracılık ile de yaşamın varoluşsal bütünlüğüne taşıyor. Düşünsel evrilmeler sanki poetik bir kurgu ile biçim buluyor. Şairin kendi poetikasını oluşturmaya çalışırken, şiirin genel ya da özgül sorunlarına da kafa yorması gerektiğini düşünüyor musunuz? Bugünün şiiri hakkında ne söylemek istersiniz?

Şiire yeteri kadar zaman ayırdığınızda önce ayıklamayı öğrenirsiniz, fazlalıklar ve şiirin doğasına aykırı duran şeyler bir bir uçup giderler. Bırakır, vazgeçersiniz onlardan. Bunu en sağlıklı şekilde yapmanın yoluysa çok okumak. Şiiri bir dünya inancına, yaşama, yaşatma ve direnme biçimine dönüştüren düşünsel çabanın da sürece katılmasıyla sorunlar kendiliğinden aşılmaya başlanır aslında. Sadece şiir, bize nasıl yazmamız gerektiğini söyler, poetika her zaman şiirin refakatiyle kurulur. İnsan sorunu gördüğünde -ki sorun kendini belli eden, çıkıntılık edendir-, seslere doğru şekilde kulak kesilirse sorunlu olanın yerine sorunu giderilmiş olan parçayı koymasını bilir; yapmak düşüncesinden çok nasıl yapacağına odaklanır. Örneğin en iyi eleştiri daha iyisini yapmaktır. Bu anlamda, yapıtın kendisi bir eleştiridir. Şiir daima kendinden olmayanı, zoraki, müdahil, dayatmacı olanı ayıklayarak ilerler, kendi üzerinde kurulmak istenen iktidarı reddeder, bu doğal bir süreçtir. Bütün iş metne sağlıkla kulak verebilmekte.

Şiirle aldığımız yol tıpkı tasavvuftaki yol gibidir; şair metnine yaşamıyla eşlik ederse, şiirle varlığını bütünlemeyi, eşitlenmeyi, kendini aşmayı, dahası kendiyle sınanmayı başarabilirse ayrıca bir şeylere kafa yormasına gerek kalmaz. Şiirin sorunları, varlığın sorunlarıdır.

Günümüz ülke edebiyatının en temel sorunlarından biri eleştiri metinlerinin azlığı ya da geçmişte gördüğü ilgiyi görmemesi. Bu durumda, sizce şairin ilk eleştirmeni kendisi midir? Daha açık bir dille söylersem, şiir yazanların şiire gönül verenlerin, şiir geleneğini, geçmişini -bunu sadece ülke için söylemiyorum- bilmesi, yazdıklarını bu gelenek ya da geçmiş ile karşılaştırması sürecin doğal bir sonucu mudur?

Kuramsal çalışmalar, eleştirel metinler az, bunu düşünsel coğrafyamızın kuraklığına yoruyoruz ama daha çok şiiri diğer türlerin çok gerisine koymakla, onlarla ilişki içerisinde düşünüp ele alamamakla, birbirleriyle olan bağlarını görememekle ve en önemlisi de şiirin önemini kavrayamamakla, ona hak ettiği özeni ve değeri verememekle büyük bir eksikliğe düşüyoruz. Halbuki geleneğin izini sürdüğümüzde önemli bir gerçek çıkıyor karşımıza; şairler ressamların eserlerinden derin bir biçimde etkilenmiş, ressamlar şiiri içlerinde, kullandıkları renklerle duyumsamışlar, filozoflar düşünce yoluyla vardıkları yerlere çok daha önce bir şairin uğramış olduğunu söylemişler, yapıtlarında dizeler geçirmişler, bir mimar tasarımını şiirin bilgisiyle örtüştürmesini bilmiş, sanatçı baktığı her şeyde şiiri görmesini biliyor kısacası, o göz geleneği yaratan sanatçılarda var. Günümüzde bu bakışın yok olmaya yüz tuttuğunu görüyoruz. Şiiri yalnızca kendisiyle ölçemeyiz, zihnimizde bütün bir sanat ve felsefe tarihi bilgisini olabildiğince canlı tutmamız gerekir.

Şair, kendisinin ilk eleştirmenidir, yeni olanı yaratabilmesi için bunu yapabilmesi gerekir. Yıkıcı, kıyıcı olmalı, en sert yüzünü kendisine ayırmalı. Bu derdi taşımalı. Nihayetinde geleneğin bir parçasıyız ama bizden öncekini karşımıza alacak gücü kendimizde bulabilmek için önce onun içerisinden geçip gidebilmemiz gerekir. Bilmediğimiz, iyi tanımadığımız bir şeyin karşısına çıkamayız. Neticede çatışmalar, yeniyi ortaya koyabilmek adına yapılır ve bu çatışmanın sonucunda artık onun bir parçası olunur, gelenek bu sayede sürdürülür.

Bırakma Dersleri, Süreyya Aylin Antmen, 88 syf.,Ve Yayınevi, 2021.

'BİR YERDE UMUT KALMADIĞINI GÖRDÜĞÜMÜZDE YIKIMI BAŞLATMAK GEREKİR'

Kişisel olarak yazın türleri arasında keskin çizgiler ya da net sınırlar olmadığını düşünüyorum, bunun daha çok kavramsal bir değerlendirme olduğunu. 'Bırakma Dersleri'nde diğer kitaplarınızdan farklı olarak düzyazı ve şiiri yan yana görüyoruz üstelik muazzam bir ritimle. Siz bu konuda ne söylemek istersiniz? Şiirde “düzyazı tehlikesi” diye bir şey var mıdır?

Düzyazı yüz yıldan uzun bir süredir şiirde bir form olarak kullanılıyor. Şiir yolculuğunun başında olup da Lautréamont'u, Aloysius Bertrand'ı, Rimbaud'yu okumayan kimse yoktur sanıyorum. Buradaki en önemli nokta, şiirin düzyazı formu içinde şiir olması, ki düzyazıda şiiri yakalayabilmek çok daha zordur. Fransızlar "Poème en prose" diyorlar. Bu olanak şiir için devrimci bir yol. O yüzden, düzyazı bir tehlike olmaktan çok kapısını form olarak daima şiire açık tutan bir olanak. Benim için ise 'Bırakma Dersleri' ile bir eşik oldu. Güvenli alanın kaybı, kendinden öncekinin zorunlu, kaçınılmaz yıkımıyla uğranılmış bir duraktı. En azından süreci şu an böyle değerlendiriyorum. Şiirin kendi zamanı ve ona eşlik eden yaşamsal koşullar hem biçem hem de yapı olarak değişimi dayatıyor. Bunun karşısında durmayı hiç düşünmedim, fakat bilinmez olana dayanmak, onu kat etmek de hiç kolay değildi. Orada şairi sınayan çok güçlü etkiler var. Bir kırılmaydı bu. Sözcüklerle kurduğum bütün ilişki değişti. Yeni olanın kendinden önce gelen sağır edici uğultusuna maruz kalmak gibi geliyor şimdi düşününce, bir yön yitimi... Ritmi kaybettim, ancak sonradan gördüm ki ritim tamamen yok olmuyor, yalnızca yeni bir bedeni gereksiniyor. Bu tıpkı bir kabuk değişimi gibi.

Bir yerde umut kalmadığını gördüğümüzde, zorlayıcı da olsa yıkımı başlatmak gerekir, bu sözcüklerden önce sizde başlar, artık işlevsiz kalan parçayı atarsınız zihninizden, bir düşünceler yumağı, artık kalıplaşmış bakış açıları, gücünü ve ışığı yitirmiş bir kavrayış bile olabilir bu. Şiir bedenin dışında değil benim için, bilincin ve bilinçdışının varlığı, ortaklığıdır şiiri mümkün kılan. Dolayısıyla nasıl yazdığınızdan, biçimden çok muhteviyat ve işleyiş önemli. Neticede şair, her zaman kendi arayışının izindedir ve bilirsiniz ki sınırların varlığı da şaire göre değildir pek.

Kendi içinde sürekli devinen, yıkan, fakat sonra yeniden inşa eden, sanki azdaki çoğulluğu çokluktaki azlığı fark eden ve ettiren, bir yanıyla sükûnetten beslenirken, diğer yanıyla hep huzursuz edebilen, hem her haliyle kabule hem de külliyen reddedişe olanak tanıyan, ironik bir dille kurulu, cesur, güçlü ama bir o kadar da naif satırlardan oluşuyor 'Bırakma Dersleri'. Sözcükler bazen alçalan, bazen yükselen bir ritimle aklımıza, ruhumuza, zihnimize sızıyor okurken. Başka bir âleme seyre davet gibi. Şiirin gerçekliği zorlayan, düşü çoğaltan müthiş bir gücü olduğunu söyleyebilir miyiz? Kaynağı nedir bu gücün?

Şiirin devinim içerisinde olmasını, yaşadığını hissettirmesini, sınırlayıcı bağları ortadan kaldırıp ruh için bir özgürlük alanı yaratmasını çok önemsiyorum, ama daha çok yapısında huzursuz ve rahatsız edici bir taraf bulunmasını önemsiyorum galiba. Eğer bu varsa okurun zihninde bazı taşlar yerinden oynuyor, değişim gerçekleşebiliyor. Şiirin yol açtığı değişimin vicdani değerler üzerinde kurucu bir işlevi, insanı her türlü hastalığından sağaltıcı bir tarafı vardır. Hakikat gerçek şifacıdır. Dolayısıyla şiir gücünü en çok buradan alır. Aslında sarsıcı, zihin için yol açıcıdır, ancak bu tarafının gerektiğince üzerinde durulduğunu düşünmüyorum. Şiiri daha çok hoşa gitmesi gereken bir şey olarak tasavvur ediyor, bu sağaltıcı yetilerini köreltiyoruz.

Şiir, gerçekliğin tek bir yüzü olmadığını söylüyor bize, gerçekliği de aşan bir gerçeklik yaratıyor. Bunu seviyorum. Bana kalırsa bu, dünyanın soğuk gerçekliği karşısında bizi yaşamış kılan tek şey. Algıya yeni kapılar aralamak, bir sınır ihlal etmek, yaşama yeni eşikler çağırmak önemli. Bazen bizi en iyi anlayan o oluyor, yükümüzü bırakıyoruz onun kıyısında, şiir bu anlamda bizi içtenlikle tutuyor elimizden. Bir Kopuş-Geçit'ten söz ediyordum kitapta, oradan sınanarak geçip kendi gerçekliğimize vardığımızda öfkemiz diniyor; sesimiz yankılı bir karşılık, kan ise akacağı damarı buluyor.

Şiirlerde belirgin olan önüne çıkan her türlü engeli aşma, sınırsızlık içinde yol alma, kendine rağmen yeniden başlama, kurma arzusu beden ile de sarsıcı bir hesaplaşmaya giriyor ve bedeni adeta bir savaş alanı ilan ediyor. Yani devinim dışarıda da içerde de sürüyor. Yazının bir düşünce eylemi olarak sözcüklerde bulduğu vücut okuyucu tam da arzu ettiği anlama ulaştığını sandığı anda yeni düşünler ve fikirler ile okurda yol almaya devam ediyor. Sonsuz bir yolculuk gibi. Ne söylemek istersiniz?

Sözcükler yaşayan varlıklar. Duygularla birlikte hareket ediyorlar, zihinde sürekli başka anlamlara, çağrışımlara, ayrıca öznel olana bağlanarak yol alıyorlar ve karşılarına çıkan ne varsa bu anlamda aşıyorlar, evet. Sürekli bir devinim hâli bu. Yazar için de okur için de bitimsiz bir yolculuk. Yazma eylemini hep şöyle görüyorum, şair kalbini söküp okurun ellerine bırakıyor, sonra o kalp her okurda bir başka hayat bularak atmayı sürdürüyor. Şiir bu kadar çıplak, insanı yaşatıyor, ancak yaşatma gücü olduğu kadar tehlikeli de.

Göğün mavisinden suyun sesine, gecenin karanlığından yıldızların parlaklığına, ağacın sürprizler sunan gövdesinden cansız otlara ve dahası tüm bileşenleri ile doğa üzerinden yaşamı ve insanı keşfetmenin, anlamanın sonra da anlatmanın muazzam bir sesi olarak duruyor 'Bırakma Dersleri'. Ne yazık ki insanoğlu bir parçası olduğu doğaya gerekli özeni göstermiyor. Sizce insanın sebep olduğu bu ekolojik yıkımlar insanca yaşam hakkını da mutlak bir tehdit altına sokuyor mu?

Elbette insan kendi tehdidi altında fakat bu yıllardır öngörebildiğimiz bir şeydi, şu an içinde bulunduğumuz pandemi dönemi buna en güçlü örnek. Doğayı sarstık, dengesini bozduk, dolayısıyla bu altüst oluş tüm canlı yaşamı için bir tehdit hâline geldi. Şiir bunu söylemenin de derdindeydi her zaman çünkü bu hepimizin ortak sorunu, evimiz yanıyor. Önce baharlar silikleşti, ardından kış mevsimi; giderek daha çok canlının soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Kapımızda belki yeni felaketler var. Oysa dünya hep var olacak, insan olsa da olmasa da, hatta belki insan da var olmaya devam edecek fakat artık insan eliyle gelen yıkımı görmek ve tüm canlıların yaşam hakkını savunmak için harekete geçmek zorundayız.

Aslına bakarsanız, tıpkı bir rüyanın dokusundan yaratılmış gibi mucizevi görünen bu dünyayı hak etmiyor gibiyiz. Çok kısa bir zaman içerisinde onunla denge içinde yaşamanın, doğayla uzlaşmanın bir yolunu bulmamız gerekecek diye düşünüyorum.

'BİR KİTAPÇIYA GİDİP ŞİİR RAFLARINI KARIŞTIRAN OKUR SAYISI AZALDI'

Sadece ülkemizde değil genel olarak dünya edebiyatına baktığımızda da okur sayısından çok daha fazla eser yayınlandığını her yıl bu sayıya yeni eserlerin ve eski eserlerin yeni baskılarının eklendiğini görüyoruz. İsimlerini bilmediğimiz, varlıklarından metinlerinden haberdar olmadığımız, şair, öykücü, romancı her gün burada ya da başka bir ülkede eserleri ile edebiyat dünyasında yerini alıyor. Okurun kendine sunulanın ötesine geçmek yani arka raflara da bakmak gibi bir sorumluluğu olduğunu düşünüyor musunuz?

Okurun sorumluluğu yalnız kendisine, kendi yolculuğuna. Hem her metin her okura göre değildir, okur bu çeşitliliğin içerisinden yaşamına katacağı yapıtları bulmak durumunda. Bunun için daha çok derinlikli okumaya ihtiyaç var. Gerçek bir okur kendisine sunulanın değil, kendine göre olanın arayışındadır. Ben, iyi bir okurun ihtiyacı olan metni bir gün mutlaka bulacağına inanırım, bilerek ya da bilmeyerek onun izini sürer, yapıt da kendi okurunu çağırır ve hatta diyebilirim ki yaratır.

Diğer türlerden çok şiirde bu sorunların daha fazla olduğunu sanıyorum, bir kitapçıya girip şiir raflarını karıştıran okur sayısı bir hayli azaldı. Bir de sanırım kitaptan çok artık yazar/şair okuru var. Bir yazarın kitabı göz önündeyse, üzerine çok konuşuluyorsa, çeşitli şekillerde işaret ediliyor, gösteriliyorsa okurun da hızlıca dikkatini çekiyor. Fakat bu ilgi sabun köpüğü gibi, eseri hızlıca sindirip tüketiyor, onun içinde yaşamasına imkân sağlayacak olan zamanı okur kendisine tanımıyor. İyi edebiyat her zaman için kıyıdadır, keşfedilmeyi bekler, daha doğrusu bu kopan gürültü onu kıyıda bırakır. Buna karşın yüzü daima geleceğe dönüktür, kendi yolunu açar, okurunu bulur sonunda, çoğaltır.

İyi bir edebiyat eseri içinse okur tek başına iz süren yalnız bir kurt gibidir, okuduğu her metin bir sonrakini bulabilmesi için bir ateş yakar, yol meşakkatlidir, fakat okur edebi eserle, ancak bu zorluğu aşabildiği ölçüde sahici, derin bağlar kurabilir.

'Bırakma Dersleri' şiirleriyle okura tanıklık edilen, içinden adeta yanarak geçilen acıların daha büyük sevinçler doğurabileceğini de derinden ama güçlü bir dille, acıyla da hemhal olarak umudu taşıyan sözcüklerle sesleniyorsunuz. Şiirin tüm edebi türler arasında biricikliği sebebiyle, bize yepyeni bir gelecek önerdiğine ya da o gelecek için esaslı bir rol üstlendiğine inanıyor musunuz?

Hepimiz ölümlüyüz. Bunu bilerek yaşamak gibi bir zorluğumuz var, bu yüzden yaşamdaki her şeyi en ince detayına kadar anlamlandırma gayretindeyiz, devam etmenin yolunu bir tek anlam sayesinde bulabiliyoruz. Dolayısıyla acı en büyük eşiklerimizden birini oluşturuyor, şiir büyük bir acının hemen ardından büyük de bir sevincin gelebileceğini söyler bize, zorlayıcı bir gecenin ardından sabahın geleceğini, yıkımın ardından zor da olsa yeni bir şeyin inşa edilebileceğini, her zorluğun ardından bir kolaylığın, baskı altında geçirilen zamanlardan sonra daha adil bir düzenin geleceğini... Bunu bize gösteren yaşamın kendisidir. Şiir hakkaniyetli olanı yaşama çağırır daima, ama bunu yapabilmek için baldıran kesilebilir. Savunduğu değerler üzerinde kurucu etkisi vardır. Yaşamda olan şiirde de olandır kısaca, dolayısıyla benim yaşamımda ne varsa şiirimde de o var. Yaşamadığım ve doğruluğundan emin olmadığım hiçbir şeyi yazmam. Sahici olana inanırım, düşüncelerimin canlı olduğunu hissetmek her zaman iyi gelir.

Şiirde benlikten yola çıkarak insan dürtülerinin izini sürersiniz. Gelecek için önerdikleri arasında yer alan o yıkılmaz, sarsılmaz güç esasında insan yapısının derinliklerinde bulunur, şiir bir hareket istencidir bu noktada. Sorunuzun yanıtı olur mu bilmem ama bir şiirimde dediğim gibi şiir bir kalbi çığlıklarla büyütür, onun üstlendiği sorumluluğun bütün gizemi buradadır.

Okumada da yazmada da tekrarın gücüne inananlardanım ben. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Eskizlerden son haline gelinceye değin kaç değişik düzenlemeye uğradı 'Bırakma Dersleri' şiirleri? İlk hali ile kitap hali arasında ne kadar zaman geçti?

'Bırakma Dersleri' 2016'da yazdığım düzyazı şiirlerle başlıyor, beş yıllık bir çalışmanın sonucu, dolayısıyla çok şey değişti ve sürekli değişti, yayına hazırlık aşamasında bile. Açıkçası beş yıl önce yazdığım bu metinleri bir gün yayımlayabileceğimi hiç düşünmemiştim, çoğu kendim için yazdığım şeylerdi. En büyük değişiklik ise şiirle aramdaki ilişkide oldu, istediğim her an şiir yazmayı başarabilecek durumdaydım ve bu kolaylıkla doğacak her şiir ölü doğacaktı, bunu gördüğümde ve kabul edebilir duruma geldiğimde yeni bir yol açmak mecburiyetinde kaldım, şiirde yeni bir imkândı aradığım, 'Ateş Sözcükleri'nden sonra yazdıklarım da bu süreçte eski yazılanlarla birleşti ve kendine düzyazı formunu seçti, bu süreç yaklaşık beş yıl kadar sürdü.

Ben şiiri daha çok zihnimde çeviririm, eskiden işçilik zaman alırdı, ancak bir süredir şiir işçiliği büsbütün zihinsel bir sürece dönüştü bende. Bu yüzden anlam olarak tekrar tekrar düşünmem, daha çok ses olarak üzerinden geçerim. Şiirleri gittiğim yerlere götürür, denize, ağaçlara, kuşlara, dağlara, vs. bakarak, yürüyerek düşünürüm, bir de öyle seslendiririm ve bunu saatler boyunca yapabilirim.

Son çalışmaları yaparken şiirleri bir de eşim Kenan'ın sesinden dinlemek metne mesafe alabilmeme ve gördüğüm kimi ufak aksaklıkları giderebilmeme olanak sağladı. Böylece 'Bırakma Dersleri'ne son noktayı koymuş oldum.