Süreyyya Evren: Okur belasını arar
Derleme olan bu kitabın ilk baskı yılı 2007 ama içindeki yazılar haliyle daha eski. Türkiye’de siyasi gündemin çabuk değiştiği söylenir fakat kitaptaki kimi “güncel” meseleler bugün de güncel. Örneğin “AB, Anarşizm, Türkiye ve Küreselleşme Karşıtı Hareket” başlıklı yazının tartışıldığı siyasi iklim, bugünkü AB/Şangay Beşlisi kıskacını gündem edinmiş Türkiye için nasıl bir okuma imkânı tanıyor?
Güncel kalan şey, tekrar okuduğumda, belki konulardır da ama daha çok yaklaşımlardı benim için. Büyük meselelere aşağıdan nasıl bakılabileceğini hep araştırmak istediğim denemeler Aranan Kitap’takiler ekseriyetle. Yani bizim için bütün bunlar ne demek, diye sorduğum yazılar. Ayrıca “küreselleşme karşıtı hareket” meselelerini ulusal politik meselelerin tümüyle dışında değil de içinde değerlendirmenin de bir işareti.
Küreselleşme karşıtı hareketler üzerine yazılar önemli çünkü o hat daha sonra Occupy’a, binbir adetiyle de Türkiye’de Gezi’ye bağlandı. Gezi bugün şiddetle geriye itiliyor, şiddeti çektiğin anda Gezi’nin geri geleceği korkusunun egemenlerin ufkundan kalktığı güne kadar da böyle devam edecek gibi görünüyor.
Bunlar barışçıl hareketlerdir ve şiddet tarafından siyasi iklim mülk edinildiğinde başka bir zamana veya başka bir mekâna çekilirler. İlerlemecisiyle, milliyetçisiyle, İslamcısıyla Türkiye birlik oldu ve Arap devrimlerini Arapların yaptığına ve başka güçlerin sonradan şiddeti devreye sokarak devrimlere el koyduğuna inanmak istemedi (büyük ölçüde Arapları hor görme yaygın kültürel kodu sayesinde) –hatta kendi ulusal iktidarının bu el koymanın failleri arasında olduğunu ifade ederken bile şaşmadı insanlar hor görme aksından.
Önyargı ilginç bir şeydir, önyargı olmasaydı sağa sola çarpmadan kapıdan içeri giremezdik derler; ama tam da önyargı yüzünden hangi kapıdan girdiğimizi çıktıktan sonra bile fark edemiyoruz.
O kısa metnin kitapta ayrıksı bir yeri var, önsözde de o yüzden “atak da bir üslubu var,” diyerek şakayla karışık işaret etmişim, daha çok 1993 tarihli Postmodern Bir Kız Sevdim’in içinden bir tablet-bölüm gibi, romanı bitirip yayınevine verdikten hemen sonra yazdım diye mecburen dergiye vermişim; romandaki pastiş hattından gidiyor, yani hem gerçek bir şey söylüyormuş gibi hem de olmadık şeylerden söz ediyor ve hangisi gerçek hangisi ironi emin olamıyorsun.
Romanda da çeşitli yazarlardan alıntılar vardı bölüm başlarında ve bir kısmı gerçekten o yazarın söylediği bir söz oluyordu bir kısmı ise tümüyle kurgu içindi. Bir de post teorilerle anarşizmi birlikte okumanın en eski tarihine kurmacadan da olsa bir göz kırpma; zaten ben de ilk baskıya alırken de kırpıp almışım...
2013 Gezi Parkı Protestoları’nın bu üçüncü yol arayışına katkısı oldu mu?
Gezi hakkında ve Gezi içinden ve Gezi’ye dair yazıları kitaplaştırmak için biraz daha ümitsizliğin hakim olacağı bir anı bekliyorum. O gün Gezi’nin ümidinden ve açtığı üçüncü yollardan bahsetmenin tam zamanı gelmiş olacak... Hiçbir an bundan daha ümitsizlik nasıl hakim olabilir diyemeyeceğimizi artık hepimiz öğrendik sonuçta...
1998 tarihli “21. Yüzyıla Girerken, Üçüncü Anarşist Canlanma” başlıklı yazı, vaktiyle Varlık Dergisi’ne hazırladığınız dosyadan. Gezi, bu canlanma sürecinin bir meyvesi olarak değerlendirilebilir mi? Aranan Kitap’ta “devlet danışmanlığı yapmak” diye bir pozisyondan söz ediyorsunuz, bu davranış ve sorum arasında sizce nasıl bir bağlantı var?
“21. Yüzyıla Girerken Üçüncü Anarşist Canlanma”nın dikkat çekici yanlarından biri Seattle’dan önce yazılmış olması. Demek ki Seattle havadaymış. Koklanabiliyormuş. ColinWard 1968 için söyler bunu, 1962’de: anarşizm havada, der. Demek ki Seattle da böyle havadaymış diye düşünüyor insan. İstanbul’da da üstelik... Dönemin diğer benzer yayınlarına da bakılsa aynı şey hissedilir. Seattle gibi, Gezi gibi olağanüstü anlar saklı ve büyük olgunlaşma süreçlerinden sonra doğuyorlar, devlet için akıl yürüten entelektüel pozisyonundan her kopuş bu tip aşağıdan örgütlenmelere bir ucundan katkı yapma potansiyeli taşıyor. “Devlet danışmanlığı yapmak”la kasıt siyaset düşünürken devlet şöyle yapmalı diye düşünmek yerine biz nasıl yapmalıyız diye düşünmenin öne çıkması idi.
“Dört Adımda Bir Gözaltı” bir yanıyla Proust’a nazire yapan bir öyküdür. Proust evrenine bir tür Stasi sızması, bir tür Doğu Alman adımı ve giderek bir Ortadoğu tedirginliğinin dahlidir. En azından çıkış noktası bu idi. Paranoya mı yapıyoruz yoksa gene paranoya mı yapıyoruz yoksa takip mi ediliyoruz ve yoksa işkence mi görüyoruz ve acaba çoktan öldürüldük mü?