Sürgünler ve yargı

Artık yurttaşlar gibi hâkim ve savcılar da ciddi özgüven sorunları yaşamakta, kendilerini hiç dâhil olmadıkları bir “cemaatçi-cemaatçi olmayan” çizgisinin tamamen belirsiz sınırlarında kaybolacakları kaygısına hapsetmiş bulunmaktadırlar.

Abone ol

Orhan Gazi Ertekin

“Sosyalist Hakim” merhum Ali Faik Cihan’ın aziz hatırasına…

Türkiye yargı tarihi, aynı zamanda bir “sürgünler” tarihi olarak da okunabilir. Ellerine geçirdikleri küçücük bir iktidar sahasını sonsuza kadar idare edebileceklerini zanneden gelmiş geçmiş tüm “muktedir”lerin yargıya kendilerine göre çeki düzen vermeye çalışmalarının son 150 yıllık rutinimiz olduğunu pek iyi biliyoruz. Sürgün, bu tarihin en kolay başvurulan eziyet yöntemlerinden birisi. Ama, “muktedir”lerin de “sürgün” haline gelmeleri için çok beklemek gerekmemiştir esasen. Sonsuza kadar süreceği zannedilen Abdülhamid’in kadrolarının sevinci “1909 Tensikatı”nda kâbusa dönmüştü. Nemrut Mustafa’nın İttihatçılar karşısında kükreyen dili daha bir yıl geçmeden İttihatçıların hukuka riayet savunmasına iltica etmişti.

Türkiye yargısındaki “zavallı muktedir”ler tarihinde Nemrut Mustafa ilk sıraları alır herhalde. Ama çok benzer kaderi yaşayan “Cemaat Yargısı”na gelene kadarki süreç de boş değildi tabii ki. Cumhuriyet, 1926 İstanbul Barosu “baskını”ndan itibaren tüm muhalif grupları tasfiye etmek için elinden geleni yaptı. Taa ki 1956 ve 1958 aralığında Demokrat Parti’nin CHP eğilimli hâkimleri tasfiye etmesine kadar. Rövanşı ise 1961’de darbe sonrası Yargıtay ve Danıştay hâkimlerinin önemli bir kısmının tasfiyesi ile birlikte geldi. Bu yargı hizipleri birbirleri ile çatışırken istisnasız her daim “sürgün” olan neredeyse tek kişi “sosyalist hakim” Ali Faik Cihan idi.

Muktedir ile sürgün arasında gidip gelen bu iki hizip uzun süre sessiz bir mücadele yürüterek 28 Şubat sürecini de atlatırken 2003-2004’ten itibaren yargı savaşının siyasetin merkezine yerleştiğine şahit olduk ve sonrası malum: 2010 öncesi HSYK’sı dışarıda hazırlanmış kararnamelerle hâkimleri sürgün ediyordu. Demokrat Yargı Başkan Yardımcımız Faruk Özsu’nun payına da bu dönemde Diyarbakır sürgünü düştü. Aynı esnada ülkücüler AKP kadroları ile beraber yargıyı idare ederlerken Cemaat kadrolarınca yerlerinden edildiler. 2010 HSYK seçiminde kazandıkları taktirde kimleri hangi stratejik yerlere getirecekleri ve kimleri sürgün edeceklerinin listesini yapan “cumhuriyetçi hakimler” vardı. Fakat kendileri “sürgün” oldular.

Cemaat yargıyı ele geçirip ülkeyi kâbusa çevirirken kendi dışındaki herkesi “sürgün” etmekten ayrı bir zevk duydu. Eşbaşkanımız Muzaffer Şakar Cemaat müfettişlerinin olumsuz notları nedeniyle Kilis’e sürgün edildi. Sonradan Diyarbakır ve Trabzon sürgünlerini de gördü. Birinci sınıfa ayrılması Cemaat tarafından yıllarca engellendi. Ali Faik Cihan misali her dönemin sürgünü olarak kaldı. Ben de Gaziantep payımı almıştım. AKP, Ülkücüler, Sosyal Demokratlar ve Alevilerin ittifakından oluşan 2014 HSYK’sı ile birlikte bu kez Cemaat “sürgün” oldu. Bundan sonraki sürecin de benzer olacağı anlaşılıyor. Taa ki artık yeni bir dönem başlatılana kadar…

Cumhuriyetçi ve muhafazakâr hukukçuların cahilce ettikleri “bağımsız yargı-hukukun üstünlüğü” hikâyesinin gerçek siyasi oyunlar ve iflaslar alanı işte kısaca budur. Yargıçlar sendikası başkanı Mustafa Karadağ hakkında Ankara hâkimliğinden Urfa hâkimliğine tayin edilmesine dair karar bu tarihin en son örneklerinden birisini oluşturuyor.

Bizden uyarması: Böyle gelmiş böyle gitmez. Gitmemeli… Zaten böyle giderse hiç kimsenin garantisi yoktur ve bugün sürgün edenlerin yarın nelerle karşılaşacağını öngörebilecek kadar tarih bilgimiz var…

Madem açtık konuyu devam edelim. Yargı ve sürgünler konusunda bugün için iki ciddi mesele var.

HAK VE GÜVEN KAYBI

Birinci nokta yargıdaki hak ve güven kaybı ile ilgili. Türkiye yargısında bugün yaşanan “Cemaat tasfiyesi”, maalesef genel bir “hak” kaybı ile birlikte yaşanmaktadır. Yurttaşların ve dahi hâkim ve savcıların kendi haklarını arayabileceği hukuki zemin maalesef kaybolmuştur. Bu durum derin bir “güven” kaybını da beraberinde getirmiştir. Artık yurttaşlar gibi hâkim ve savcılar da ciddi özgüven sorunları yaşamakta, kendilerini hiç dâhil olmadıkları bir “cemaatçi-cemaatçi olmayan” çizgisinin tamamen belirsiz sınırlarında kaybolacakları kaygısına hapsetmiş bulunmaktadırlar. Hak ve özgürlüklerin kaybı bütün bir yargıyı bizzat bu tasfiyeyi yürüten görevli hâkim ve savcıları bile belirsiz ve öngörülemez bir geleceğe sürüklemektedir. Derhal hak ve güven tesis edilmez ise cemaatten kurtulan yargı, post-cemaat sonrasında da derin bir iç buhranın içinde boğulacaktır…

Yargıda sürgünün son bulması ve bunun için adımların atılması bu buhranın bir nebze yatışmasını sağlayabilir…

PEKİ “HER YER VATAN TOPRAĞI” MI?

Hâkim ve savcılar için her yeri vatan toprağı yapan şey “sürgün”süz bir hayattır. Eğer ülkenin bir bölümünü “sürgün” kaydına eklerseniz sizin vatan düşüncenizden şüphe edilir. Diyarbakır, Urfa, Trabzon vb. yaşanmayacak yerler değildir. Tıpkı, Osmanlı döneminde sürgün yerleri olarak kullanılan Girit’in, Sinop’un, Bodrum’un, Bursa’nın da olduğu gibi ülkenin en güzel yerleridir. Fakat tuhaf olan şu ki, “Her yer vatan toprağı” sözü, sürgünlerin sözünün kısıldığı bir ideolojik ve politik baskı geleneğinin bir parçasıdır.

Refik Halid Karay’ın aktardığına göre Osmanlı’nın son dönemlerinde sürgünlere “Mütebaid” deniyormuş. Yani “kendi giden”… Hem sürgün edip hem de nedense dostlarına söylemedikleri “her yer vatan toprağı” söylemiyle sürgün olanların sesini kısmaya çalışan bu gelenek son bulmalıdır. Buna bir başlangıç olarak Yargıçlar Sendikası Başkanı Mustafa Karadağ hakkındaki Ankara hâkimliğinden Urfa hâkimliğine tayin kararı geri alınmalıdır.

Şu son 150 yıllık yargı ve siyaset kumarını oynayıp oynamamak size kalmıştır. Uyarmak bizdendir. Artık şunu bilmek zorundayız; farklılıkların normalleştirilemediği yerde hukuk ve yargı olmaz. Yargı yönetimi ise hiç olmaz…

Yargının itibarı ise hiç mi hiç olmaz… Saçma sapan oyunlarla günü kurtarır geleceği ise bir kumara yatırırsınız…