Suriçi’nde kaybolan kış güneşi
Yoksulluğun Suriçi’nde bir şekilde bertaraf edilmesi bir keder gibi çöker mi insanın üzerine? Eğer o yoksul insanların şimdi nerede, nasıl yaşadığını bilmiyorsanız, ruhunuzu asla bırakmayacak bir keder gibi çöker. Ama önce duvar dibine düzgünce istiflenmiş taşlar dikkatimi çekiyor. Bu bazalt taşlar yıkılan evlerden geriye kalanlar. Hemen yanında küçük bir bakkal dükkanı var. İçeride oturan kadınlara taşları soruyorum. “Bizimdir” diyor kadın. Yıkılan evinden arta kalan taşlarmış. Zaman zaman birileri gelip satın alıyormuş bu taşları...
DİYARBAKIR - İnsanın gözlerini kamaştıran bir kış güneşi var. Ama bu güneş, Suriçi’nde bazı sokakları aydınlatmıyor. Çünkü sokaklar çok dar ve güneş, belki iki saat önce ısıttığı sokağı terk edip başka bir sokağı aydınlatıyordur. Paylaşılan bir parça ekmek gibi ve Suriçi buna hiç yabancı değildir.
Sokakların sessizliği, ıssızlığı rahatsız edici. “Herkes nerede?” diye soruyor insan kendisine. Bu sorunun cevabını Diyarbakır’da herkes biliyor aslında. Alipaşa Mahallesi kentsel dönüşüm yasasıyla yıkıldı, geriye kalan evler sahipleri tarafından, bir gün yıkılma sırası kendi evlerine de gelecek endişesiyle taşındılar. Kimi sokaklarda kapı ve pencereleri sökülmüş evler de bunu anlatıyor zaten. Giderken sökmüşler kapıları pencereleri, belki üç beş liraya satmışlar, belki de yeni taşındıkları evlerde kullanmışlardır.
Çocuk seslerini kaybetmiş sokaklar, sahipsiz kalmış hatıralar gibi evler.
BERTARAF EDİLEN YOKSULLUĞUN KEDERİ
Sonsuz bir labirent gibi Suriçi’nin sokakları. Dar sokaklarda rastgele dolaşırken bir kaybolmuşluk hissi gelip yakalıyor insanı. “Şu sokağı döneyim” derken başka bir sokak, sonra bir başkası… Nereye çıkacağını bilememenin hazzı varmış, tek başına ve nedensiz dolaşırken bunu yakalamak mümkün oluyor.
Nedensiz mi dolaşıyordum? Suriçi bir eskilik taşıyan kokusuyla, birbirini kesen sokaklarıyla, neşesini kaybetmeyen çocuklarıyla insanı çağıran ender yerlerden biridir. Bu yüzden bu güneşli günde Suriçi’ndeyim. Ve biliyorum, bir yoksulluğa, bir çaresizliğe, bir yıkıma bakmaya gelmişim.
Yıkılan yerler birden çıkıyor karşıma. Yıkılan yoksul evlerin yerine yeni ve lüks evler yapılıyor. Bu yeni evleri gizleyen bariyerler var. Bir utanç var bariyerlerin gerisinde. Ama daha çok bir gün günyüzüne çıkmayı bekleyen bir mezalim var. Buradan göç ettirilen insanların yoksul hayatı üzerine inşa edilen bir gözü dönmüş zenginlik kibir var.
Yoksulluğun Suriçi’nde bir şekilde bertaraf edilmesi bir keder gibi çöker mi insanın üzerine? Eğer o yoksul insanların şimdi nerede, nasıl yaşadığını bilmiyorsanız, ruhunuzu asla bırakmayacak bir keder gibi çöker.
TANIDIK BİR YÜZ
Şu bariyerlerden uzaklaşmak istiyorum. Ama önce duvar dibine düzgünce istiflenmiş taşlar dikkatimi çekiyor. Bu bazalt taşlar yıkılan evlerden geriye kalanlar. Hemen yanında küçük bir bakkal dükkanı var. İçeride oturan kadınlara taşları soruyorum. “Bizimdir” diyor kadın. Yıkılan evinden arta kalan taşlarmış. Zaman zaman birileri gelip satın alıyormuş bu taşları.
Biz kadınla konuşurken kocası geliyor. Kadını nereden tanıdığımı o zaman hatırlıyorum. “Evimi yıktırmam” diye feryat eden Mehmet Ak’tı karışımdaki. Evi yıkılmış, yıkılan evinin arsası üzerinde çadır kurmuş, kurduğu çadırı da polis yıkmıştı.
Suriçi’nden göç etmemiş demek. Yine de “Şimdi nerede kalıyorsun?” diye soruyorum. Dükkanı gösteriyor, “Burada” diyor. Dükkana o zaman daha dikkatli bakıyorum. İçeride genişçe bir yatak, bir köşede bir buzdolabı ve kadını ısıtmaya çalışan bir elektrikli sobadan başka bir şey yoktu. Tezgahın üzerinde ise eski bir televizyon duruyordu.
Karısı, “Dört kızım ve bir torunumla burada yaşıyoruz” diyor. Sayı saymayı hepten unutmadım ama 7 kişinin bu daracık yerde nasıl yattığını aklım almıyor. “3 kişi bu yatakta yatıyoruz, diğerleri için yere bir döşek seriyoruz” diyor kadın.
Dükkanın içine değil, mahrem bir yere bakıyormuşum. Adama dönüyorum yüzümü. “Evimize 38 bin lira değer biçtiler” diyor adam. “38 bin lirayla bir kümes yapamazsın. Gidecek bir yerimiz de yok. Burayı 100 liraya kiraladık. Allah hakkımızı bırakmasın.”
Ev için verilen 38 bin lirayı almamış Mehmet Ak, mahkemelik olmuşlar. “Mahkeme de onların ya, olsun, ben onlarla uğraşacağım onlarla. Ancak beni öldürecekler ki öyle kurtulacaklar” diyor.
Gece uyudukları yer bakkal görevi görüyor. Bakkal dediysem içinde içeceklerden ve çocuklar için abur cuburdan başka bir şey yok. Dükkandaki malları da tanıdığı bir toptancı veresiye vermiş. “Geçinebiliyor musun?” diye soruyorum. “Mahallede kimse kalmadı ki iş olsun. Ancak karnımızı doyuruyoruz. Allah hakkımızı kimsede bırakmasın” diyor.
Karısı da Mehmet Ak da her cümleyi bir bedduayla bitiriyor. Onların yanından ayrılırken, 2016’dan bu yana Suriçi’nde ne kadar çok beddua duyduğumu düşünüyorum. Bu insanların ah’ı nereye uçuyor?
HER ŞEYE RAĞMEN BİR GÜLÜMSEME
Tanıdığım sokaklar, evler… Kentsel dönüşümle evler yıkılmaya başladığı sırada duvarlara sloganlar yazılmıştı. Mahallelinin dediğine göre polis bu sloganların üzerine boyamıştı. Ama duvarlara yazılmış sloganların neredeyse hepsini hatırlıyorum. Ve zaten bazı sloganlar, boyaya rağmen gösteriyordu kendisini.
Ancak bazı sloganların üzerine yıldız ya da hilal çizilmiş, bazılarının üzerine başka sloganlar yazılmıştı. “Toledo’ya hayır” sloganının üzeri boyanmıştı ve bu boyanın üzerine, önce kırmızı bir boyayla birileri “Apo” yazmış, bunun üzerine de “Esadullah” yazılmıştı. Kim yazmış olabilirdi bunları? “Esadullah” sloganı ile verilmek istenen mesaj ne olabilirdi?
Böyle soruları çoğaltırken çocuklar çıkıyor önüme. “Fotoğrafımızı çek abê” diyorlar bir ağızdan. Fotoğraflarını çekerken zafer işareti yapıyor çocuklar. Çocukların gülüşleri o kadar zengin ki sizin yüzünüzde de kendiliğinden ve her şeye rağmen bir gülümseme beliriyor.
SONRA GAZİ CADDESİ’NE ÇIKILIR
Eski Diyarbakırlılar hep anlatırlar. Suriçi’nde oturanlar her gün evlerinin önünü süpürür, yıkarlarmış. Bir kadının hortumla evinin önünü yıkadığını görünce bunu hatırlıyorum. Yine her şeye rağmen bir gelenek sürüp gidiyor demek.
Önce kiliseyken daha sonra çeltik fabrikası olarak kullanılan harabe binanın önündeki genişçe alanda bir kadın, tandırda ekmek pişirerek bir başka geleneği sürdürüyor. Sur’un Yıkımına Hayır Platformu Ramazan ayında bu alanda yeryüzü sofrası kurmuştu. Alipaşa ve Lalebey mahallelerinin yıkımının önüne geçmek için. Umutlu ve umudun her zaman bir yerlerde boy vereceğini hatırlatan bir dayanışmaydı.
Sonra birden kendimi Aşefçiler Çarşısı’nda buluyorum. Diyarbakır’ın en eski çarşılarından biri. Çarşının sokaklarından birinden elbette Gazi Caddesi’ne çıkabileceğimi biliyorum. Suriçi’ni dolaşırken hissettiğim kaybolmuşluk duygusu, öfke, keder ve başka her şey içimde bir yerde birikecek. Şanslıysam, Suriçi’nde kaybettiğim kış güneşini Ulu Cami’nin önündeki alanda bulabilirim. Kursilerde oturan insanların kalabalığına karışarak ve yüzümü güneşe dönerek çay içebilirim…