Suriye: Asker, sivil, savaş

TSK girdiği yerden çıkmaz. Suriye ve Irak’taki askeri harekat serüvenlerinin tarihçesi iç siyasetten ayrı değerlendirilemez. Kurulu düzenin siyasete hakimiyeti, hatta bizatihi kendi, içeride Güneydoğu, dışarıda Suriye ve Irak’tan (ve Kıbrıs’tan da) beslenir.

Aydın Selcen yazar@gazeteduvar.com.tr

Suriye’de, Türkiye’nin ulusal güvenlik kaygılarını ABD anlamıyor, İsrail’inkileri Rusya (RF). Anlamıyor yahut umursamıyor veya önemsemiyor. Belki gerçekçi bulmuyorlar. Ötesi, İsrail (dahi) ABD’nin Suriye’de ne yapmak istediğini tam olarak çözümleyemiyor. Bu yönüyle, Ankara’nın Vaşington hakkındaki kafa karışıklığı yahut kuşkularının demek istisna olmadığını da teslim etmeli.

RF destekli paralı askerler ve Şam yanlısı milislerden oluşan beş yüz kişilik bir muharip grup, Deyrezor havalisindeki Huşam petrol sahasına ve yine oralarda Fırat'ın doğusunda kalan eski CONOCO gaz tesislerindeki SDG karargahına ağır silahlarla saldırdı. ABD öncülüğündeki Koalisyon ağır ve hızlı yanıt verdi. Saldırgan grup yüzün üzerinde kayıp vererek çekildi. Söz konusu saldırının pek de ani gelişmediği ve grubun oluşumu ile niyetinin olayın başlamasından sekiz saate yakın önce zaten izlenmekte olduğu da bilahare anlaşıldı.

RF buna yanıt olarak, Afrin hava sahasını yeniden Türk Hava Kuvvetleri’ne açtı ve böylece ABD destekli YPG/YPJ güçlerine dolaylı yoldan bedel ödetmiş oldu. RF kendi uçağını MANPADS ile düşüren cihatçılara ise Idlip’te faturayı kendi kesti. Böyle olunca, Türkiye de Idlip’e girdi, Astana’da belirlenen çatışmasızlık bölgesine konuşlandı. Fakat bu bölgede İran destekli milisler ve Suriye ordusuyla karşı karşıya kaldı. RF’nin havadan bombardımanı da sürüyor.

Daha güneyde Golan Tepeleri sınırında ise 1982’den bu yana ilk kez bir İsrail F-16 uçağı düşürüldü. Uçağın düşürülmesinde kullanılan hava savunma sisteminin RF menşeli olduğu aşağı yukarı belli. Ancak eskiden kalma bir silah mı, yeni ve daha gelişkin bir düzenek mi devredeydi pek anlaşılamadı. RF radarlarının da Suriye hava savunmasıyla entegre çalıştığı belirtiliyor. Gerilim düşük tutulmaya çalışılsa da İsrail ile İran’ın Hizbullah ve ortaklarıyla son bir kapışmaya girme olasılığı çok yüksek.

Tüm bunlar bize Suriye’de vekalet savaşlarının ardından artık vekalet sahibi devletlerin doğrudan bir savaşa girmeleri yahut istem dışı bu tür savaşın patlak vermesi sakıncasının çok ciddi geliştiğini gösteriyor. Suriye ile ilişkilerimizin tarihine baktığımızda Hatay’ın 1939’da ilhakı, 1957’de askeri müdahalenin gündeme gelmesi, 1982’de Hama’da Müslüman Kardeşler ayaklanmasına destek, Öcalan’ın 1980 başlarında Şam’a yerleşmesi, Hafız Esat’ın PKK’ye desteği, 1995-99 döneminde Suriye üzerindeki örtük baskının artması, yaşanan istihbarat savaşları ve nihayet 2011 sonrasında yaşananlar ile halen Esat’ın devrilmesi ısrarımız söz konusu sakıncayı en çok bizim ciddiye almamız gerektiğini düşündürüyor.

İsrail’in Ortadoğu’daki yalnızlığını, ülke yüz ölçümü ve topografik görünümünü, nüfus büyüklüğünü, tarihsel derinliği Türkiye’yle kıyas kabul etmez. Bu itibarla, Afrin’e müdahaleyi de YPG/YPJ’nin gelecek on yılda Hizbullahlaşma potansiyelini bertaraf gibi bir amaca matuf diye izah pek ikna edici olmuyor. Kaldı ki, bu tür karşılaştırma veya benzetmeler, Türkiye’nin Kürt sorununu, İsrail’in Filistin ve Arap komşularıyla olan çatışmalı ilişkisiyle anıştırma sakıncasını da barındırıyor. Üstelik, Türkiye yalnız değildir, NATO üyesidir, IŞİD’le mücadele küresel koalisyonunun da ortağıdır.

Virgül koyup, biraz yakın tarihe bakalım: 1991’de ABD Irak’ta yarı-komşumuz oldu. Hafız Esat ve Celal Talabani’nin desteğiyle PKK o arada Kandil’e yerleşti. 1992-98 arasında 3 binin üzerinde ölümle sonuçlanan KDP-KYB iç savaşı yaşandı, bu bir boyutuyla Türkiye ile İran arasında vekalet savaşıydı. Aralık 1995’te Erbakan seçimden galip çıktı. 9 Ocak 1996’da Özdemir Sabancı öldürüldü. Mart 1996’da Anayol, Haziran 1996’da Refahyol hükümeti kuruldu. 28 Şubat 1997 yaşandı. Mayıs ve Eylül 1997’de Kuzey Irak’a iki büyük askeri harekat yapıldı. Kuzey Irak’taki TSK varlığı 35 bin civarlarına ulaştı, Erbil’de karargah kuruldu. 500’er Türkmen ve Asuri’den oluşturulan Ateşkes İzleme Gücü KDP-KYB arasına konuşlandı. Aynı 1990’larda içeride nasıl bir ateşin Güneydoğu'yu kasıp kavurduğu ise malum.

Bir adım geri gelip, 1993’ü mercek altına alalım: 1992 Aralık ayında Dışişleri’nde göreve başladım. 1993’te, Uğur Mumcu 24 Ocak suikasta kurban gitti. Adnan Kahveci 5 Şubat’ta tuhaf bir trafik kazasında öldü. Jandarma Komutanı Org. Eşref Bitlis 17 Şubat’ta suikast kokan bir uçak kazasında öldü. 20 Mart’ta Lübnan’ın Bar Elias kasabasında Abdullah Öcalan ve Celal Talabani birlikte basın toplantısı yaparak PKK’nin tek taraflı ateşkes kararını duyurdu. Turgut Özal 17 Nisan’da öldü. 24 Mayıs’ta silahsız ve korumasız 33 er Elazığ-Bingöl karayolunda şehit edildi. 22 Ekim’de Ankara’da JİTEM’ci Cem Ersever ve 24 Ekim’de Lice’de Tuğg. Bahtiyar Aydın öldürüldü. 1993 Aralık ayında askere gittim.

Dönelim bugüne ve Suriye’ye: “Masalcı dede yine ne anlatıyon bize” diyonuz duyuyorum. Doksanlı yıllar hafızasının ne anlama geldiğini, o dönemde metropol üniversitelerinde “post-mortem solculuk” tahsil edenler bilmez de, köyünde geçiren “cahil” Kürtler gayet iyi bilir. FETO çirkefiyle mücadele adına kurulu düzeni sakınan “ulusalcı” da hem 1991, hem 2003 sonrasını bilmezden gelir. Bugün de gider Suriye’de emperyalizmle mücadeleden bahseder. Bu yumağın bir ucunu çekersiniz Türkiye’nin cuntalar, darbeler tarihi çıkar, başka ucunu çekseniz siyasal İslam enternasyonali, yumağın içine baksanız bulanık sudan memnun balık avlayanları yahut o meşhur “Ankara’nın karanlık koridorlarını” görürsünüz.

2003’teyse ABD artık yarı değil tam zamanlı komşumuz olur Irak’ta. Mart 2003 tezkerenin reddi derken Temmuz 2003 çuval vakasıyla da 1990’ların düzeni berhava olur, Kuzey Irak’taki askeri mevcudiyet işlevsiz irtibat ve gözlem ofislerine indirgenir. 2015 ilkbaharında Irak Kürdistan Bölgesi (IKB) hükümetinin rızasıyla Musul’da Başika Üssü kurulur. İşte bugün Başika üzerinden Şengal’a harekat, o mutasavver harekata ikmal hattı amacıyla Ovaköy/Korava’dan Telafer’e bir askeri yol açmak ve Kandil-Rojava hattını kesip, Fişhabur’u ABD’den almak tahayyülü, Zeytin Dalı ve Fırat Kalkanı harekatları (uzantıları İdlip ve Münbiç ile birlikte) bu “büyük rövanşın” hayalidir aynı zamanda.

Özcesi: TSK girdiği yerden çıkmaz. Suriye ve Irak’taki askeri harekat serüvenlerinin tarihçesi iç siyasetten ayrı değerlendirilemez. Kurulu düzenin siyasete hakimiyeti, hatta bizatihi kendi, içeride Güneydoğu, dışarıda Suriye ve Irak’tan (ve Kıbrıs’tan da) beslenir. Savaş demek yasak olsa da, ortadaki OHAL’i tahkim eden seferberlik hali (“war effort”) siyasetin doğasını bozar, milliyetçi hezeyanı da ve çoğu halde iktisadi yıkımı da beraberinde getirir. Bu halin köklerini 1990’larda aramak gerekir. Oysa Suriye’de 2011’den bu yana gelinen aşama artık bir büyük bölgesel savaşın uyurgezerce başlaması sakıncasını ciddi biçimde içermektedir.

Bütün bu hususlarda, en hayati görev ana muhalefete düşmekte ama CHP o boşluğu doldurmaktan ısrarla çekinmektedir. Çünkü bugün dahi CHP, cumhuriyeti kazanmayı hatta yeni bir kurucu iktidarı değil devleti geri almayı düşlemektedir. Hangi devleti? 1990’larınkini mi? Ne diyeyim, neylerse güzel eyleyen mevlam encamımızı hayreyleye...

*Sayın Selahattin Demirtaş’ın duruşmasında ifade ettiği "Biz PKK’ye silah bıraktırmak için uğraşıyoruz da, HDP’ye siyaseti bıraktırmak hedefler arasında değil.” cümlesini de altını kalınca çizerek bu bağlamda çerçeveleyip duvara asmak isterim.

Tüm yazılarını göster