Suriye’deki iç savaş sekiz yılını geride bırakmış durumda. Arap Baharı’nın ilk dalgaları Suriye kıyılarına vurduğunda böyle bir sürecin başladığını görmek pek kolay değildi. Bu yüzden, BAAS rejimini sarsan kitlesel protestolar iç savaşa dönüştüğünde, Kaddafi örneğinden hareket eden çoğu siyasi aktör Esad’ın çok dayanamayacağı kanaatine varmıştı. Türkiye’nin o dönemki Suriye politikasının mimarı olan Davutoğlu da bu kanaatte olanların başında geliyordu. Tabii “Şam’da Cuma namazı kılacağı” yanılsaması kısa sürede tuzla buz olan Erdoğan'ı da unutmamak lazım. İslam aleminin cihatçı gruplar ile ezoterik tarikatların temsil ettiği uçlar arasında gerili durduğu bir konjonktürde, Erdoğan kendi liderliğindeki bir Türkiye’yi gerilimi kontrol altında tutabilecek ılımlı ve demokratik bir merkez olarak dünyaya kabul ettirebileceğine inanmış olsa gerek. Gel gelelim evdeki hesap çarşıdakine uymadı ve süreç bambaşka bir şekilde gelişti. Rusya ve DAİŞ gibi aktörlerin sürece dahil olması durumu siyasal matrisi bütünüyle değiştirdi. Üstelik sadece Türkiye’nin dahil olduğu bölgesel dinamikler düzeyinde değil, dünya ölçeğinde de bazı sonuçlar yaratacak şekilde dönüştürdü.
Dönüşümün odağında, 11 Eylül’le başlayan savaş dinamiğinin Suriye sürecinde bir “stratejik düğüm” halini alması bulunmaktadır. Teröre karşı savaş konseptiyle yürürlüğe konan yeni stratejik anlayış, Soğuk Savaş döneminde geçerli görünen iki temel ayrımı kökünden değiştirmiş durumda. Söz konusu ayrımların ilki savaşın yürütüldüğü alanın, başka bir deyişiyle “savaş meydanının” sınırlarını belirlememize dayanak teşkil ediyordu. İç savaş, devlet aygıtının çözülmesiyle serbest kalmış güçlerin bir ülke sınırları içinde yürüttüğü çatışmayı anlatmak için kullanılırdı. Oysa Somali’de bölgesel ve küresel güçlerin yerel gruplarla birlikte, yine aynı yerel gruplara karşı savaştığı bir çatışma modelinin uygulandığına tanıklık ettik. Kimilerinin “vekalet savaşları” kavramıyla açıklamaya çalıştığı ve şimdi Suriye’de yürürlükte olan bu modelin özünü iç ve dış savaş ayrımının ortadan kalkması, savaşın sınırlarının belirsizleşmesi şeklinde izah edebiliriz. İkinci ayrımsa bir savaşta kazanan ile kaybeden arasındaki farkın gözle görünür olmasına gönderimde bulunuyor. Elbette her savaşta kaybeden taraf insanlıktır, ama askeri açıdan bakıldığında her savaşın bir kazananının olması makuldür. Ne var ki Suriye’de küresel ve bölgesel güçlerin katılımıyla çatışmanın taraflarının sürekli yer değiştirmesi, bozulan güç dengelerinin sürekli yeniden kurulması savaşın yıpratıcı bir hal almasına ve neredeyse bitimsiz görünmesine yol açmış durumda. Hiçbir tarafın galip gelemeyeceği böylesi bir savaşta, çatışma içindeki tüm tarafların mağlup olacağını öngörmek kehanet sayılmasa gerektir.
Sözünü ettiğim stratejik düğüm, modern savaşın anlayışının temeli olan bu ayrımların muğlaklaşmasıyla beliren ataletten kaynaklanmaktadır. Düğüm, güya savaşı sonlandırsın diye geliştirilmiş tüm stratejiler tıkandığı aşamada, yani mümkün tek çözümün çözümsüzlük olduğu kabul edildiği zaman ortaya çıkar. Böylesi bir çözümsüzlük anında, sadece çatışmanın durdurulmasıyla sınırlı bir negatif barışın bile kurulamaması, “savaş-benzeri barış” durumunun sürece hakim olmasına yol açmaktadır. Afganistan’daki savaşta ilk ilmeği atılan, Irak, Somali ve Libya’da ana şeklini kazanan savaş-benzeri barış sürecini kalıcı kılan düğümün son ilmeği Suriye’de bağlanmıştır. 2011’den bu yana yüz binlerce kişinin öldüğü ve sekiz milyondan fazla insanın yerinden olduğu Suriye, küresel savaş rejiminin düğümlendiği noktayı temsil etmektedir. Bu durum, en iyi Negri ve Hardt’ın “imparatorluk” tahlillerinde teşhis ettiği savaş konseptiyle anlaşılabilir gibi görünüyor. Buna göre, bir merkezi olmayan ve yerel aktörlerin yoğunlaştığı yerlere göre ülke sınırları gözetilmeksizin yürütülen savaşın yakın bir gelecekte biteceğini söylemek mümkün değil. O yüzden, farklı gruplara mensup bireyler arasında hüküm süren kalıcı ve yaygın çatışma dinamiği, savaşı toplumsal barışın askıya alınmasıyla beliren sınırlı bir süre olmaktan çıkarıyor. Böylelikle çatışma, savaş-benzeri barış koşullarında insanları birleştiren temel toplumsal bağ olma karakteri kazanıyor.
Savaşın kalıcı ve yaygın bir toplumsal ilişki kurma şeklini alması, ortak hayat ilkelerinin ne olması gerektiği konusundaki uzlaşmanın artık sürdürülebilir olmadığı durumlarda açığa çıkar. Bunu akılda tutmak, esas olarak Ortadoğu halklarına ölüm ve kan getiren bu çatışmaların tarihsel anlamını görebilmek açısından büyük bir değer taşır. Tarihsel açıdan bakıldığında, halen yirmi birinci asrın en uzun süreli savaşı olan ve ne zaman biteceği de öngörülemeyen Suriye savaşı, 1618-1648 yılları arasında Orta Avrupa’yı kasıp kavuran Otuz Yıl Savaşları’yla büyük benzerlik göstermektedir. Alman prenslikleri arasında otuz yıl devam eden savaş o zamana kadar eşi benzeri görülmemiş bir yıkım yaratmıştı. Taraflar arasındaki güç dengesinin bozulmaya yüz tuttuğu durumlarda, Fransa veya İspanya gibi güçlerin müdahalesiyle denge yeniden kuruluyor ve savaş böylelikle kaldığı yerden devam ediyordu. Öyle ki bir aşamadan sonra tarafların niçin savaşa girdiklerini bile unuttuğu ve sadece savaş içindeki varlığını korumak için, yani savaşmak için savaşmaya devam ettiği söylenir. Kimsenin kazanamayacağı böyle bir savaş, sadece tarafların tüm gücü tükendiğinde bitebilir. Westphalia Barışı da açlık, sefalet, hastalık gibi savaşın “yan etkisi” olarak görülebilecek etmenlerin tükenişi hızlandırması yoluyla tesis edilebilmiş ve böylelikle modern Avrupa’dan dünyaya yayılan yeni siyasal düzenlenişin temelleri atılmıştı. Buna göre feodal devletçikler arasındaki savaşı sona erdirmenin bir aracı olarak ulus-devlet temel siyasal örgütlenme biçimi olarak öne çıkacaktı. Bir gücün diğerlerine boyun eğdirmesi ve şiddet araçları üzerinde kendi tekelini kurmasıyla sağlanan iç barış, siyasi faaliyeti içeride toplumun yönetimiyle ilgili uzlaşmazlıklarla sınırlı bir rekabete, dışarıda diplomasi yoluyla yürütülen devletler arası bir rekabete dönüştürmüştü. Savaş bu iç barışın veya devletler arasındaki dış barışın bozulmasıyla açığa çıkan geçici bir durumdu.
Bugün iç ve dış savaş ayrımını olduğu kadar savaş ve barış arasındaki ayrımı da belirsizleştiren yeni çatışma dinamiğinin, tıpkı Otuz Yıl Savaşları gibi, farklı türden bir siyasal örgütlenişin zeminini oluşturmaya aday olduğunu görüyoruz. Afganistan’da başlayan ve bugün Suriye’de düğümlenen küresel savaş, gelmekte olan dünyayı şekillendirecek tüm iktidar tekniklerinin ve şiddet araçlarının denendiği bir sürece dönüşmüş durumda. Büyük hiciv üstadı Karl Kraus, yirminci yüzyıl başlarındaki Viyana’yı “dünyayı yok edecek deneylerin araştırma laboratuvarı” olarak tanımlamıştı. Şimdi yürürlükte olan savaş, Suriye’yi dünyanın yeni imha laboratuvarı olarak tanımlayabileceğimizi gösteriyor. DAİŞ’in bir ara hüküm sürdüğü bölgelerdeki toplumsal ve askeri yapılanıştan Suriye’de rejimin kontrolü altındaki bölgelerde inşa edilen hayata kadar her yerde böylesi deneylerin nasıl yapıldığını biliyoruz: İnsanların kafasını kesme, kadınları köleleştirme, çocuk askerler, dini ve etnik soykırım, insan onuruna toptan saldırı… Tüm bu şiddet sarmalının içinde, Rojava’daki seküler ve demokratik gelişmelerin yeşerttiği umut da bugün saldırı altında. Söz konusu saldırının mimarı olan AKP’yi de imha laboratuvarında deney yapma hevesindeki güçler arasında görmek bizleri şaşırtmıyor.
AKP, Arap Baharı’nın kendisine açtığı imkan penceresini, zaten kendine pek gerçekçi görünmeyen bir Avrupa bileşeni olma ideali yerine, “bölgesel güç” olarak dünya siyasetinde etkin olmanın aracı olarak değerlendirdi. Suriye’de yürüyen savaş, bu bakımdan onun Türkiye’yi bölgesel güç haline getirme iddiasının sınanacağı alanlarından biri haline dönüştü. Türkiye’de iktidarın bu siyasi yöneliminde, küresel savaş aygıtını işleten ana eğilimleri bir arada görebilmek mümkün. Bunlardan ilki savaşın değişen mantığına uygun bir şekilde iç ve dış savaş ayrımının ortadan kalkması ve çatışmanın bitimsiz karakteriyle ilgili olan eğilim. Türkiye’nin dış çatışmalarını bir “güvenlik operasyonu “ olarak sunmak kadar, içerideki şehirlerde yapılan operasyonları tankla, topla, helikopterle yürütülen bir “askeri operasyon” biçiminde organize etmeyi bu eğilimin bir yansıması olarak görebiliriz. AKP’liler “Savaş devletler arasında olur; biz savaşta değiliz, teröre karşı operasyon yapıyoruz.” dediğinde, aslında kendilerini savaşın kazandığı yeni form içine koymaktan fazlasını yapmıyor. Yine siyaset ve savaş arasındaki farkın bulanıklaşması eğilimi, AKP’nin büyük çaplı hava harekatları veya askeri operasyonlarla seçim kampanyası yürütmesini açıklayan bir başka dinamik. Erdoğan 7 Haziran yenilgisinde olduğu gibi, son yerel seçimlerde İstanbul’u kaybetmenin “siyasi çözümünü” de silahları devreye sokmakta görüyor. Sanırım sivilleşme, normalleşme ve demokratikleşme vaadiyle yola çıkan AKP’nin bugün toplumu tepeden tırnağa militarize eden, siyaseti olağanüstü önlemlerle baskılayan, otoriter bir popülizme sığınmasındaki trajediyi de ancak bu çerçeve içinde anlayabileceğiz.