2018’deki rejim değişikliği sonrasında Türkiye’nin dış politika ‘aktivizmi’ gözle görünür bir şekilde arttı. Artan bu aktivizmin nedenleri üzerine pek çok fikir öne sürülüyor. Bu yazıda, kısaca bu fikirlerin üçüne değinip, korona salgını sonrası döneme uluslararası siyasal iktisat açısından bakıldığında görülen yeni bölgeselleşme eğilimlerini ve bunun yoğunlaşan dış politika gündemine olası etkilerini değerlendireceğim.
'GÜNDEMİ DEĞİŞTİRİYORLAR'
Yakın geçmişte Suriye ile başlayan, Libya ile daha yoğunlaşan ve Yunanistan ile genişleyen gerilimlere en son olarak Türkiye’nin Ermenistan karşısındaki tutumu eklendi. ABD ile Rusya arasında izlenmeye çalışılan “denge” siyaseti, “göçmen kartı” ile yürütülen AB ile ilişkiler, Ortadoğu’da Müslüman Kardeşler çizgisindeki dış politika adımları derken, dış politika iç politikanın ayrılmaz bir parçası haline geldi. Öyle ki, 2019’daki İstanbul belediye seçimlerinde Erdoğan “Pazar günü Sisi mi diyeceğiz, Binali Yıldırım mı? Mesele bu kadar önemli” demeye kadar vardırdı.
Dış politika alanında artan bu aktivizmin nedenleri ile ilgili ileri sürülen görüşlerden ilki, iktidarın iç siyasette sıkıştığı ve sürekli “gündem değiştirmek” istediği için yeni dış politika dosyalarını gündeme getirdiği şeklindedir. Bu argüman, bazı özel durumlar için geçerli olabilir ancak katmanlı bir düşünce pratiği ile desteklenmediğinden üzerinde durmak gerektiğini düşünmüyorum.
İKTİDAR BİLEŞENLERİNİN ZORUNLU SONUCU
Dış politika aktivizminin iç politikadan kaynaklandığı görüşünün bir diğer versiyonu daha var. Bu görüşe göre, aktif dış politika çizgisinin dış politika ile iç politika bütünleşmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Bu iç içe geçme, iktidarın gündemi değiştirme amaçlı bir tercihinden ziyade iktidar blokunun mevcut bileşiminin zorunlu bir sonucu olarak görülmeli.
Biraz daha açmak gerekirse, iktidar blokunun siyasi kanadı olan AKP ve MHP ile bürokrasinin üzerinde uzlaştığı otoriter konsolidasyon (1) projesinin temel harcını milliyetçi muhafazakar propaganda oluşturuyor. Dolayısıyla bu propagandayı besleyecek, içini doldurabilecek malzemenin sürekliliğinin sağlanması, dış politika aktivizminin en önemli nedenlerinden biri olabilir.
ALT EMPERYALİZM
İktidarın artan dış politika aktivizmi ile ilgili üçüncü açıklama, dış politikanın ekonomi politiğini de içeren bir yaklaşım tarafından geliştiriliyor. Buna göre, dış politikadaki artan aktivizm, Türkiye’deki bazı sermaye kesimlerinin çıkarları ile uyumlu bir şekilde gelişiyor, hatta nedensellik olarak sermayenin çıkarları daha önce geliyor. Literatürde alt-emperyalizm olarak adlandırılan bu yaklaşıma dayanarak yapılan açıklamalar, önceki iki açıklama biçimine göre daha kapsamlı bir çerçeve sunuyor. Gazete Duvar okuyucusu, İlhan Uzgel hocanın bu çerçevedeki yazılarını hemen hatırlayacaktır.
Kısaca bu üç açıklamaya değindikten sonra, otoriterleşme, artan dış politika aktivizmi ve yeni şekillenen bölgeselleşme eğilimlerinin aralarındaki bağlantılara işaret ederek devam etmek istiyorum.
KÜRESEL ARA REJİM VE OTORİTERLEŞME
Otoriterleşmenin sadece Türkiye’ye özgü olmadığını biliyoruz. Özellikle 2008 krizi sonrası dönemde pek çok ülkede farklı dozlarda ve boyutlarda da olsa benzer bir eğilim var. Bu otoriterleşme eğilimi, küresel ekonomideki hakim gücün gerilediği ancak onun yerini alacak müstakbel hakim gücün henüz yeteri kadar gelişemediği bir geçiş döneminde daha belirgin hale geldi.
Dünya ekonomisi açısından var olan bu küresel ara rejimin, dünya siyaseti bakımından da mevcut olduğu ileri sürülebilir. Günümüzde, Soğuk Savaş sonrasında ve 2000’lerde canlı olan ‘demokratikleşme’ ve serbest piyasanın gelişmesi ikilisini savunan ‘merkez’ güçler giderek zayıflıyor. Kısacası, Türkiye gibi ülkelerin dış politika aktivizminin artması, ekonomik ve siyasi boyutları olan küresel ara rejimin tipik bir özelliği olarak görülebilir.
DEĞER ZİNCİRLERİNİN KISALMASI
Korona salgını ile yukarıda sıraladığım özelliklere yeni bir boyut eklenebileceğini düşünüyorum. Sermayenin uluslararasılaşmasının somut görünümlerinden olan değer zincirleri, bildiğiniz gibi korona salgını sonrasında tartışmaların odağına yerleşti. Bir ürünün farklı parçalarının farklı ülkelerde üretilmesi olarak değer ya da üretim zincirleri ne kadar uzunsa, zincirin herhangi bir halkasında kesintiye uğraması ihtimali o kadar artıyor.
Esasında bu risk üretimin uluslararasılaşmasına her zaman içkindi. Ancak son dönemde, sağlık sektöründe kullanılan basit araç gereçlerin ya da salgının ilk haftalarında popüler bir tüketim maddesi haline gelen tuvalet kağıdı gibi ürünlerin uzun üretim zincirlerine dayandığı fark edildiğinde, bunun yaratabileceği sorunlar daha görünür oldu. Bu nedenle değer zincirlerinin kısalması, gerek devletlerin stratejik hedefleri gerekse sermayenin kârlılığı açısından giderek daha fazla tartışılır bir konu haline geliyor.
Değer zincirlerinin kısalmasının en uç noktası, dış ticaretin azalacağı, korumacılığın artacağı ve sermaye ile devletin mekanlarının örtüşeceği bir seçenek olabilir. Bu, 1990’ların popüler gündem maddesi olan küreselleşme karşısında ulus devletler tartışmasının, küreselleşme aleyhine sonuçlanması anlamına gelecektir. Ancak bu noktaya varmanın düşük bir ihtimal olduğunu düşünüyorum.
BÖLGESELLEŞME
O zaman, korona salgını sonrası dünyada değer zincirleri kısalacak, yani sermayenin uluslararasılaşması bir ölçüde de sınırlanacak, ancak bu kısalma/sınırlanma ulus devlet sınırlarına kadar geri çekilmeyecekse, nasıl bir uluslararası düzen şekilleniyor olabilir? Bu soruya yanıtım, bölgeselleşme eğilimlerinin daha da belirginleşebileceği şeklinde.
Bölgeselleşme yazını, özellikle Avrupa Birliği ile akademik düzeyde ilgilenenlerin aşina olduğu bir disiplin. İlk kuşak bölgeselleşme yazını daha çok Soğuk Savaş atmosferinde şekillenmişti, ikinci dönem yazını ise bölgeselleşmeyi küreselleşme bağlamında tartıştı. Bu sınırlı yazıda, literatürün detayına girmek niyetinde değilim.
Vurgulamak istediğim husus şu: Küresel ara rejim, zaten büyük güçler dışındaki orta ölçekli güçler için bir iktisadi ve siyasi alan açmıştı. Bu alan eğer korona salgını sonrasında değer zincirlerinin kısalması ile birleşecekse, karşımızda özgün bir konjonktürün ortaya çıkması ihtimali var demektir. Daha da somutlamak gerekirse, bu yeni konjonktürde, Amerika kıtasında ABD, Avrupa’da Almanya ve Asya’da ise Çin ve Japonya etrafında daha belirgin bir şekilde oluşacak üç önemli siyasi-ekonomik bölgeselleşme eğiliminin güçleneceğini öngörmek zor olmayacaktır.
YARIŞAN EMPERYALİZMLER
Ancak bu üçlü kutuplaşma, gerek bölgeler arası gerekse bölgeler içindeki mücadelenin daha da yoğunlaşması anlamına gelebilir. Bölgeler arasındaki mücadelede hakim olacak temalar teknolojik üstünlüğün kimde olacağı ya da önümüzdeki dönemde dünya para sisteminin nasıl şekilleneceği gibi konularda yoğunlaşabilir. Bölge içi mücadelelerde ise, gerek bölge içerisindeki hakim güç içinde yaşanacak sınıf mücadelesi, gerekse bölge içi lider ile değer ülkeler arasındaki mücadele önem kazanacak.
Bu tip bir üçlü kutuplaşma eğilimi belirginleşirse, birbiri ile yarışan üç farklı kapitalizm tipi de daha görünür olacak: ABD ve Birleşik Krallık öncülüğündeki Anglo-Sakson modeli, Almanya’nın liderliğindeki ordo-liberalizm ve Çin liderliğindeki devlet kapitalizmi.
Yazının başındaki konuya dönerek tamamlayayım. Türkiye’deki iktidarın dış politika aktivizminin son yıllarda artmasının yukarıda sıraladığım farklı nedenleri olabilir. Ancak korona salgını sonrasında değer zincirlerinin kısalmasıyla şekillenecek bir bölgeselleşme özgün bir konjonktür oluşacaksa, pek çok ülke gibi Türkiye’de de dış politika aktivizmindeki artışın kesintiye uğramayacağını, hatta uluslararası gerilimlerin daha da sertleşeceğini öngörebiliriz. Birleşik Krallık ile AB arasındaki ilişkileri, Ortadoğu’yu, Akdeniz ve Ege’deki sıcak gelişmeleri, bu genel eğilimlerden azade okumak oldukça zor.
(1) Bu konuda geçtiğimiz yıl yazdığım yazıyı (Otoriter Konsolidasyonun Kapısı Aralandı) yakında güncelleyeceğimi belirteyim. Önceki yazı şurada.