Tutarlı. Bütüncül. Çok boyutlu. Yazılarımı düzenli izleyen değerli okurlarım dış politika için sağduyulu, uzgörülü, soğukkanlı tanımlamalarını duymaktan sanırım bıktı. Bir de böyle denemek istedim. Eski Türkiye’nin, yenisinde de olduğu gibi bölgesel siyasetteki biteviye terennümü “ulusal birlik, toprak bütünlüğü.” Belli belirsiz kımıldayan dudaklarda adeta birer Fatiha gibi. “Yurt sathında operasyona müsaade etmem.” Ama birlik, bütünlük adına komşu ülkeler Irak ve Suriye’nin topraklarına dalar, çıkarım, gerekirse yatıya da kalırım. Racon. Çünkü “eşkıya takibi”, çünkü “Hasan almaz…”, çünkü tek “oyun” biliyorum. Çatık kaşlı uluslararası hukuk dersi.
Bunun karşısında gözü her dem yaşlı bir varsayılmış sol-insancıllık: “Ama onlar ölümden kaçıyor.” “Sen de günün birinde göçmen olmak zorunda kalırsan.” Aldı sazı Cemal Süreya: “Sürgündük. Göçebeliğin elverişli yanlarını da yitirmiş gibiydik. Yanınızda göçmen olduk. Bir yerleşmişlik duygusu ki, hırkamız yazlık sinemada iliklenir.” Böyledir ya. Yalnızca İstanbul’da bir milyon Suriyeli kayıt dışı çalışıyor. Ya uzun vadede entegrasyon, ya kısa vadede Suriye’ye “paketleme.” Hangi Suriye’ye? Tabii, güncel harekat alanları Bab ve Afrin ile potansiyel harekat alanları Idlip ve Fırat’ın doğusuna.
Hani “ip büküle, büküle kaytan olur” derler. Öyle cinlikler peşindeyiz ki, bir yandan ülkemizdeki özellikle İstanbul’daki Suriyelilerden “kurtuluyoruz”, “biz yaptık, yine biz yaparız.” Diğer yandan, “aman ha, Suriyeliler iktidarımızın sigortası.” Suç oranı çok düşükmüş Suriyeliler arasında. Doğrudur, olabilir. Esasen benzer irilikte kentlerle karşılaştırıldığında İstanbul’un suç oranı, biraz da kendimizi methedelim yani, gayet düşük. Pekiyi, ülkemizdeki sayıları dört milyonu bulan Suriyelinin siyasal eğilimleri ve kültürel altyapıları konusunda bir veri var mı elde? İzlenim var, onları dinledim epey.
Süreya şöyle devam ediyor: “Güneş her sabah verilmiş bir söz gibi doğuyordu. / Gerçek neydi biliyor musunuz: Her şey.” Bütüncül ve çok boyutlu bölge siyaseti, demek ki “her şey”. Daha geçen gün Çorlu’daki cinayet gibi tren kazasında çocuklarını yitiren ana-babalar AYM önünde polis şiddetine maruz kaldı. Demek, değil ülkemizdeki Suriyelileri toplumumuza entegre etmeyi, işte her gün “dikkat kutuplaşma” diye davul çalıyoruz ya, kendi toplumsal dikişlerimiz çoktan patlamış, daha önce pek çok kez Kadri Gürsel’e atfen yer verdiğim üzere, toplumken toplama evrilme yolundayız. Bırakalım anayasal yurttaşlığı bir yana, sözün özü güruhlaşmaktayız.
Yine Süreya sözünü böyle bağlıyor: “Yüz yıl sonra bu gün yaşayan hiçbir anne, hiçbir sevgili, hiçbir bebek, hiçbir bıldırcın, hiçbir balina, hiçbir örümcek, hiçbir aslan, hiçbir ceylan, hiçbir yılan var olmayacak. Ayrı bir kardeşlik kanıtı değil mi bu? Hayat kanıtı. Birbirimizin her yönden çağdaşıyız.” Öyle mi? Öyle. Yüz küsur yıl önce kim bilir hangi Balkan ovasından üzerinde ancak bir yırtık entari, kucağında yaşayıp yaşamayacağı belirsiz bebeleriyle Edirne’den yurduna canını atmış bir ananın çocukları, torunları bugün bu cumhuriyetin onlara sağladığı olanaklarla kim bilir hangi konumlarda?
Savaş, kurtuluş ve kuruluş savaşı, iç savaş, soykırım, pogrom, nüfus mübadelesi derken iyi-kötü bir uluslaşma süreci, bir ortak anlatı ve bilinç, bir ortak gelecek kurgusu yaratabilmişiz. Yüzleşme, sağaltım bu yazının konusu değil. Ancak izin verin, bir yandan kıt kaynakların etkin kullanımı ve üzerimizden geçmek üzere olan ekonomik bunalım tsunamisi, aynı zamanda yay gibi gergin sinirler ile neredeyse bir nihai hesaplaşmayı bekleyen devasa bir güruh var. Boynuz boynuza mezbahaya gittiğini düşünenler de yok değil. Yoksa Sebastian Haffner’in “Bir Alman'ın Hikâyesi” bu denli ilgi görür müydü?
Diyeceğim o ki, ahlaki yüksek zemini bırakmamak, en iyi insanlık, en müstesna solculuk karnelerinde en yüksek notları almak, özcesi kendimizi iyi hissetmek adına bir “Suriyeliler sorunumuz” yokmuş gibi davranamayız. Bütüncül, çok boyutlu ve tutarlı bir yaklaşım geliştirmek zorundayız. İçeride toplumumuzu bir arada tutan son incecik bağları da yitirmemek, siyasal İslamcı ve milliyetçi/ulusalcılara karşı iktidar mücadelesi yürütmek, Kürt meselesinin barışçıl ve anayasal yollardan çözmek, bölgede güvenlikçi ve yayılmacı politikalara alternatifler üretmek boyutlarını dışlayarak Suriyeliler konusunu konuşamayız. Eğitim ve sağlık hizmetleri, iş güvenliği bunlar konunun yalnızca tek boyutu. Oysa konunun kendi bizatihi çok boyutlu.
Bu soruları Artı TV’de Çarşamba akşamı 21:00-22:40 arasında yayınlanan Dünya Ve Biz programımda onurlarını yaşam sancakları yapmış Barış Akademisyenleri arasında yer alan dostum Erhan Keleşoğlu’na da sorup, stüdyo konuğum eski Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı (e.) Büyükelçi Faruk Loğoğlu’nun da değerlendirmelerini alacağım. (S-400 konusunda Arda Mevlütoğlu, KKTC ve Doğu Akdeniz konularında Mete Hatay aynı formatta keza çarşamba akşamı konuklarım olacak.)
Neden buna değindim? Çünkü düşünün ki Arapça öğrenmek için uğraşmış, Ortadoğu ülkelerinde yaşamış ve halen Suriyeli konuklara insani, yardım konusunda çalışan Keleşoğlu’nu üniversiteden atmakla “ödüllendirmişiz.” Keleşoğlu bunları cumhuriyetin ona verdiği burslarla kıt kanaat başarabilmiş. Ya “monşer” Loğoğlu? O da Çukurova’dan çıkıp önce TAL, sonra Princeton’a varan bir eğitimle gelmiş, hariciyeye girip en tepeye dek yükselmiş, görüşlerini beğenelim beğenmeyelim, bizim gibi o dönemin genç meslek memurlarına kariyeriyle “siz de yapabilirsiniz” diyerek, yol göstermiş.
Günahı ve sevabıyla, geri dönüp cumhuriyet tarihimize bakarak, “yaptık, yine yaparız” diyorsak, neden söz ettiğimizi iyi bilmeliyiz bence. Kimlerle neyi yaptık, kimlere ne yaptık? Her şeyi aynı anda yapabilir miyiz, yapmalı mıyız? Önceliklerimiz ne olmalı? Bir tarafın niyeti salih ise, karşısındaki tarafın kafasında hangi tilkiler geziyor? “Çocuklar ölmesin” diye bir pankartı taşımak en sağlamcı yaklaşım. Karşısındakiler demeyelim de, farklı düşünenler diyelim, “çocuklar ölsün” mü diyor, onu da düşünelim isterim.
Diyeceğim bilineni yinelemek: “Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşenir.” Açıkgöz olmayalım tamam, ama ayık olalım. Mükemmel iyinin düşmanıdır. Ülkemizdeki Suriyeliler konusu için de “doğrusu budur, uzatma, geç ardımda saf tut” denecek kadar basmakalıp çözümler yok. Mektup mektup içinde, mektup zarfın içinde bir durum var hatta. Kaldı ki, her siyasal görüşün de yek diğeri kadar değeri vardır sanırım. Yinelemem gerekirse, siyasal olan insancılı içerir, hele hele şu içinde tıkılı durduğumuz tarihsel bağlamda ülkemizdeki Suriyeliler konusu tümüyle siyasal bir konudur.
Konuya münhasıran insancıl pencereden yaklaşanların, Idlip’ten ülkemiz sınırına belki aylar içinde iki milyon Suriyeli sivilin daha “süpürülmesi” olasılığına karşı da yapacakları birkaç öneri olsa gerektir. Hepimizin günün birinde yurttaşları olduğumuz bu ülkede “yazlık sinemada hırkalarımızı ilikletecek bir yerleşmişlik” duygusuna kavuşabilmesini içtenlikle dilerim. Ben o günleri görür müyüm, ondan pek emin değilim.