Kanlı Suriye tiyatrosunda bir büyük sahne, bir de küçük sahne var. Büyük sahneyi küresel aktörler Rusya (RF) ve ABD kuruyor, küçük sahneyi bölgesel aktörler İran ve Türkiye ve bir ölçüde Suudi Arabistan (SA) düzenliyor. RF her iki sahnenin düzenlenmesinde de etkin olan, ABD’nin Şam’la teması olmadığından, yegane oyun kurucu. Suriye Kürtleri ise IŞİD’le mücadele sürdükçe şimdilik ABD destekli yerel aktör.
IŞİD’le mücadelenin sonuna gelindi. Dolayısıyla artık konu askeri startejiden, siyasi çözüme evrildi. Siyasi çözümün pivotu ise Beşar Esat. Kürtlerin Şam’la kuracakları yeni egemenlik ilişkisinin tanzimi de ikinci temel mesele. Uluslararası standartlara uygun ya da değil seçimle işbaşına geldiği ve görev süresi devam ettiği cihetle Esat’ın belirli (yani belirsiz) bir süre daha görevde kalacağı anlaşıldı.
Bir başka deyişle, Soçi’deki RF-İran-Türkiye üçlü zirvesi öncesinde Esat’ın Putin’i kucaklayarak Suriye devletinin bekasını sağladığı için teşekkürü, kendi geleceğini sağlama aldığı için de teşekkürdü. Suriye Kürtleri de komşu Irak’ta Kürdistan Bölgesi’nin (IKB) akim kalan bağımsızlık girişimi sonrası başlarına gelenlerden ve ABD’nin münhasıran bir Kürt siyaseti olmadığının yeniden ortaya çıkmasından gerekli dersleri çıkardı.
Trump-Erdoğan telefon görüşmesine bu bağlamda bakalım. Görüşmenin içeriği hakkındaki bilgimiz mahdut olsa da, Trump’ın YPG/YPJ’nin ABD tarafından silahlandırılmasına son verileceğini söylediğini öğrendik. Savunma Bakanı Mattis ise bu görüşmenin hemen öncesinde ABD’nin Suriye’de görülebilir gelecekte kalıcı olacağını açıklamıştı. Görüşme sonrasında ise yine Savunma Bakanlığı’ndan, cephe gereksinimlerine göre silahlandırmanın değerlendirileceğini ve bu dönemde yeni bir parti silah sevkiyatının esasen öngörülmemiş olduğunu öğrendik.
Bu durumda, yerine göre “omurgasını YPG/YPJ’nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG)”, “PYD”, “Kürtler”, “PKK’nin Suriye kolu” diye adlandırılan yapı için bu ayrımlar anlam kazanmış oldu. Zira, ABD’nin YPG’ye askeri desteği sürmese de PYD ile (belki zoraki) siyasi işbirliğinin süreceği ortada. Dahası, Suriye Kürtleri, Şam YPG’ye Bağdat’ın IKB peşmerge güçlerine tanıdığına benzer biçimde, meşru hareket alanı tanıyacak bir federal yapıya onay verdiği takdirde, YPG’nin adını “Kuzey Suriye Savunma Birimleri” olarak değiştirebileceklerini önerdi.
Böylece bir yandan Irak’ta IKB ABD eliyle de 1991 konumuna geri iteklenirken, bu kez PYD de yine ABD eliyle Suriye’de KDP/KYB’nin 1991 koşullarına terfi etmiş gibi. Nitekim ABD’nin Fırat’ın doğusuna dair RF ile vardığı uzlaşı adı konmamış bir Uçuşa Yasak Bölge’ye (“NFZ”) tekabül ediyor. Kuzey Suriye Demokratik Federasyonu’nun üç federe bölge (Afrin, Fırat, Cezire) ve altı kanton halinde yeniden yapılandırılarak üç aşamalı seçimlere gidilmesi ile Münbiç, Rakka ve Tabka’da federasyona katılım referandumları düzenlenmesini de anımsayalım.
İlaveten, sınai üretim bölgeleri ve bazı fosfat madenleri Esat denetimindeki bölgelerde olmakla birlikte, ABD Suriye’nin en değerli petrol ve doğal gaz yataklarının kontrolunu halihazırda almış durumda. Bu gerçeğin Suriye’nin geleceğine dair siyasi çözüm pazarlıklarında akılda tutulması gerekecek. Afrin’in ABD destekli bölgeden ayrık kaldığı ancak nüfusunun tamamen Kürt ve topografyasının görece çetin olduğu da malum.
Cenevre yolunda iki ağır sıkletten ABD, SA’ya muhalefet toplantısı düzenletirken, RF Suriye Halklar Kongresi (SHK) toplama girişimini sürdürüyor. SHK’ye PYD’nin hangi adla yahut hangi çatı altında katılabileceği belirsiz. RF açısından Türkiye’nin muhaliflerle ilişkileri önemli, ABD açısından ise hem NATO ittifakını muhafaza hem Türkiye’nin Suriye’ye komşuluğundan yararlanma. Bununla birlikte ne ABD, ne RF’nin Suriye Kürtleriyle Ankara’nınkiyle örtüşen kalıcı bir dertleri yok. Üstelik RF’nin dolaşıma soktuğu yeni “Suriye Demokratik (Arap değil) Cumhuriyeti” anayasası, Irak’ı andırır biçimde, ademimerkeziyetçi bir idari yapıya cevaz veriyor.
İran ise Albukemal-AlKaim sınır kapısının da IŞİD’den kurtarılmasıyla hem Şam ve Bağdat üzerindeki etkisini tahkim etti, hem Tahran’dan Lazkiye ve Beyrut’a kesintisiz bir kara köprüsünü de kurmuş oldu. Suriye’de Esat’ın ayakta kalabilmesinin önemli etmenlerinden Hizbullah da SA Veliaht Prensi Muhammet Bin Salman’ın Lübnan Başbakanı Hariri’yi istifaya zorlaması ve İsrail’le çatışma ihtimalinin ufukta belirmesiyle yerini iyice sağlamlaştırdı. Mayıs ayındaki Irak seçimlerini favori Abadi’nin kazanması halinde, Haşd-ı Şabi’yi silahsızlandırmaya yönelip yönelmeyeceği de ayrıca izlenmeli.
Türkiye ise RF’nin yeşil ışığı ve Putin’in Şam’dan devşirdiği sarı ışıkla Fırat Kalkanı harekatını yaptı. Astana çatışmasızlık bölgeleri süreci kapsamında Idlip’te ise Afrin sınırına belirli sayıda gözetim noktası kurmakla yetindi. IKB’nin kurumsal kimliğinin fiilen ortadan kalkmasına ve enerji/lojistik hatlarında Bağdat/Tahran hakimiyetinin kurulmasına destek verdi. Suriye ve Irak’ta güttüğü Kürt siyaseti, bölgesel etkinlikten ziyade, gelecek başkanlık seçimlerinde milliyetçi/ulusalcı/Avrasyacı cepheyi bir arada tutmak amacıyla yürütüldüğü izlenimi veriyor.
Oysa itibarı barışı kurmakta arayan, Irak ve Suriye’de bütüncül ve çoğulcu bir yaklaşım benimseyen bir siyaset kısa vadede tribünlerden daha az alkış alacak olsa da, ülkemizin huzuru ve ulusal çıkarlarımızın daha etkin biçimde korunması için daha yerinde olur. Bunun yolu da, bilmem kaçıncı kez vurgulamam gerekirse, sınırımızın ötesindeki akrabalarımız olan Kürtlerle daha sağlıklı, akılcı, karşılıklı bağımlılığa dayalı ilişkiler tesis etmekten geçer. Çünkü evet, Sayın Cumhurbaşkanı’nın ifade buyurdukları üzere, coğrafya kaderdir. O kaderi avantaja çevirme mahareti de diplomasi.