Suriye’de şimdiye dek PKK ve Fırat’ın Doğusu bağlamında başhasım olarak bizlere takdim edilen ABD’nin de iktidar sözcülerince bastırılamayan sevinçle paylaşılan diplomatik desteği, Ankara’nın talep ettiği gibi Suriye ordusunun kendi topraklarından çekilmesini değil, süratle bir ateşkes sağlanmasını öngörüyor. Böylece yeni “modus vivendi” belirli ancak pek uzun olamayacak bir süre daha Idlip cebinde alan denetiminin TSK ile Suriye ordusu arasında paylaşılmasına dayanacağa benzer.
Muhammet Sait El Sahaf’ı anımsar mısınız? Saddam’ın sözcülüğünü yapıyordu hani. ABD tanklarının Bağdat’a girdiği anlarda bile “işgalciler toplu halde intihar ediyor, zafer kazanıyoruz” yolu ipe sapa gelmez, gülünç dalkavukluklar, açıklamalar yapıyordu, uluslararası medyaya eğlence malzemesi veriyordu. İşgalden sonra yargılanmayan ender –belki tek- BAAS üst düzey yöneticisi olarak, ortadan kayboldu, unutuldu gitti.
Kolaylık olsun diye kısaca “Idlip” denilen cepte çaprazlama kat eden M-4 ve M-5 karayollarının kavşağındaki Serakıp’ta perşembe geceyarısı itibarıyla manzara aşağıdaki haritadaki gibiydi. Sözkonusu yerleşim biriminin çevresi havadan Rusya destekli Suriye ordusunca yerde sarılmıştı. Gerçek durum bu.
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kalın da her zamanki tepeden bakan, hepimize adeta “cahiller” diye dudak büken kibirli üslup ve tavrını elden bırakmadan "Rejimin ay sonuna kadar girdiği yerlerden geri çekilmesi gerekir. Bundan sonra yapacağı her bir hatanın ağır sonuçları olacaktır.” açıklamasını işte El Sahaf’ın kulaklarını çınlatırcasına neredeyse aynı zamanda yapıyordu. Sözcü Kalın’ın özgüveninin dayanağı herhalde doğrudan hizmetinde olduğu AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın son grup toplantısındaki “Her kim ‘Türkiye’nin Suriye’de ne işi var?’ diye soruyorsa ya gafildir ya da taammüden bu ülkenin ve milletin hasmıdır.” çıkışması olsa gerekti.
Rus destekli Suriye saldırısında sekiz şehit vermiş ülkenin Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu da zihinlerimizi billur gibi pırıl pırıl aydınlatan gayet soğukkanlı, uzgörülü ve uzlaşmacı “Idlip'deki rejimin saldırganlığı hepimizi rahatsız etti. Rusya'dan beklentimiz bir an önce rejimin durdurulmasıdır. Bu konuları Rusya'yla görüşüyoruz. Rusya'dan bir heyeti bekliyoruz. Daha sonra ihtiyaç olursa liderler bir araya gelecekler. Saldırıyı yapan rejimdir. Türkiye olarak Rusya'yla neden çatışalım?” demecini verebildi. Böylece, dış politika konularında söz sahibi isimlerden Bakan Çavuşoğlu, Sözcü Kalın’dan farklı olarak, hepimize cahil muamelesi yapmadı, cümlemizi ahmak yerine koydu.
Hatay’dan Idlip yerleşim birimi yönüne giden takviye güç konvoyu da görüntülendi. Ankara’nın tanklarla cephe hattını tahkim etmek yahut belki olacak olanı şimdiden öngörüp, M4-M5 karayollarını Suriye denetimine bıraktıktan sonra Idlip yerleşim birimini elde tutarak, tam olmasa da, daha Adana Mutabakatı zeminine dayandırılabilecek bir çerçeveye geri çekilmek niyetinde olduğu düşünülebilir. En azından Idlip’i elde tutmak önemli. Her ne kadar Suriye ordusunun anılan kasabaya altı kilometre yaklaştığı anlaşılsa da sınırımıza yığılan yüzbinlerin briket kulübelerde ilanihaye iskân edilemeyecekleri açık.
Suriye’de şimdiye dek PKK ve Fırat’ın Doğusu bağlamında başhasım olarak bizlere takdim edilen ABD’nin de iktidar sözcülerince bastırılamayan sevinçle paylaşılan diplomatik desteği, Ankara’nın talep ettiği gibi Suriye ordusunun kendi topraklarından çekilmesini değil, süratle bir ateşkes sağlanmasını öngörüyor. Böylece yeni “modus vivendi” belirli ancak pek uzun olamayacak bir süre daha Idlip cebinde alan denetiminin TSK ile Suriye ordusu arasında paylaşılmasına dayanacağa benzer. Bu arada Ruslar da boş durmuyor, havadan lojistik destekle Suriye ordusunun tahkimâtını artırıyor.
Diğer cephe Libya’nın diplomasi veçhesine bakarsak, hem Kahire, hem Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeni ziyaret ettiği Cezayir ayrı ayrı barış girişimleri düzenliyor. “Gayrimeşru, darbeci, savaşağası, lejyoner, terörist” Hafter Berlin öncesinde koyduğu petrol takozunu kaldırmadı, Sarraj’ı deyim yerindeyse “bağırtıyor”; denizaşırı askercilik serüveninin faturası kabarıyor, sayaç işliyor.
Bir anekdot: Doğu Akdeniz’de Kıbrıs Adası açıklarında sekizinci parselden geçerek bayrak gösteren Fransa’nın uçak gemisi Charles de Gaulle’den, Türkiye’den Libya’ya BM silâh ambargosunu delerek zırhlı araç taşıdığı iddia edilen Lübnan bandıralı “Bana” adlı bir ro-ro gemisinin deniz kuvvetlerimizin firkateynleri eşliğinde Trablus’a ulaştığını gözlemlendiğine ilişkin bazı haberler kimi uluslararası haber ajanslarınca paylaşıldı. İlginç olan sözkonusu haberin duyulmadan önce Cumhurbaşkanı Macron tarafından duyurulmasıydı. Üstelik aynı Bana’yı bu defa Cenova limanında İtalyan makamları yangın alarmı verilmesi üzerine denetleme, güvenlik amaçlı alıkoydu. Belki kendi paçasının derdine düştüğü için Lübnanlı ikinci kaptan da İtalya’dan sığınma hakkı istedi. Bakalım İtalyan istihbaratı da devreye girince, işin rengi değişip, konu hasıraltı mı edilecek, göreceğiz.
Güvenlikçilik, istihbaratçılık oynamak isteyenler, ABD’nin Ortadoğu’da ortadan kaybolmasını fırsat bilip, “sahada olan, masada kazanır” daha öz Türkçesiyle “Hasan almaz, basan alır” kafasıyla oyuna devam ediyor. Zor, oyunu bozar mı göreceğiz. Zira bu defa girdiğimiz oyunun karşı tarafında Rusya var ve onlar da aşağı yukarı aynını söylüyor: Zor oyunu da, oyalamayı da bozar.
Zaten gaflet içindeki millet ve devlet hasımlarına cahil ve ahmak muamelesi yapıldığı ülkede, mümtaz muhalefet de oyunu sahasında kabul edip, adeta acz içinde giriştiği milliyetçilik yarışmasını muhalefet etmek sanıyor. Oysa Cumhurbaşkanı Erdoğan her zamanki gibi net: Şubat sonuna dek mühlet verdi ve “göbeğimizi keseriz” dedi. Hakikaten bir göbek kesilecek olacak ki, tank sevkiyatı yapılıyor Hatay’dan Idlip içlerine. Biz gafillere de sormak düşüyor, ama hem iktidara hem muhalefete: Türkiye’nin Suriye’de ve Libya’da ne işi var?