Dış politikayı kim yapar? Kısa yanıt: Osman Kavala’yı önce salar gibi yapıp, sonra yeniden rehin alan kimse o. Başka türlü soralım: Dış politikayı “o eski güzel günlerde” kim belirlerdi? Hariciye. Ulusal güvenlikte söz kimdeydi? “Askeri konulardır” deyip, çatık kaşlarla oturup, anlamlı şekilde susan Genelkurmay’da. Çok mu güzeldi gerçekten o günler? Hayır.
Örnekse, çiçeği burnunda bir tim komutanı asteğmen olarak 1995 yılında sınırı geçip Çekiç Harekâtı kapsamında Kuzey Irak’a giren İhsan Oktay Anar orada şehit düşse, “o en yüce mertebeye erişecek”, yakınları sevenleri dışında unutulup gidecek ama bizler o başyapıtlardan yoksun kalacaktık. Hangisi daha önemli? Ne alakası var? “N” ve “S” özel diksiyon vurgulu, kaşlar kalkık.
Kuzey Irak neresi? Irak. Ya Idlip? O da Suriye. KKTC? Yalnızca Türkiye tanır. Çözüm? KKTC’nin eşit parçası olacağı birleşik cumhuriyet. Anadilde eğitim gibi hak taleplerinin, PKK’nin silâh bırakmasıyla ilintisi var mı? Yok. Barış süreçlerinde, “silâh bırakma” en başta mı gelir, en sonda mı sağlanır? En sonda. Diplomasi mi hesaplıdır, savaş mı? Diplomasi.
Barış nasıl sağlanır? Savaştığın tarafla barışma zemini yaratan diplomasiyle. Barışmak tek yanlı tüm dediklerini karşındakine yaptırmakla mı olur? Hayır, karşılıklı ödünler vererek, mümkünü makulde arayarak. Makulde akıl var: Aklı kullanmaya davet romantiklik, hayalcilik midir? Hayır. Pekiyi, romantiklik ayıp mıdır? O da hayır.
Bağırmak, özgüvenin dışavurumu mudur? Hayır, ezikliktir. Sert konuşmak? Sözcük dağarcığının darlığına yani aklın da kıtlığına işaret eder. Sahada güçlü olan, masada el mi alır? Amuda kaldırarak yanıtlayalım: Sahaya girmeden, masada dediğini yaptırabilmektir asıl marifet. En iyi savunmanın saldırı olduğuna iman ettiyseniz, elde çekiç her sorunu çivi sanarsınız. Sanmaktan gelir sanrılar.
Başkanlık sisteminde sarkaç kaçınılmaz. Her türlü (demokratik) sistemde son sözü seçilmiş sivilin halkı temsilen söylemesi de öyle. Yarın, haydi diyelim on yıl sonra AKP-MHP’den olmayan birileri MSB ve MİT’in başına geçebilir. Tüm dosyalar çıkar mı? İzlenen politikalar, süregiden yahut geçmiş operasyonlar hakkında tam ve ayrıntılı brifingler alınabilir mi? Talep edilir mi? Yoksa “pacto del olvido”, gülüşün ve unutuşun kitabı mı yazılır? Ne alakası var? “N” ve “S” özel diksiyon vurgulu, kaşlar kalkık.
Hezeyana devam: Yine örnekse, hükümet/başkan orduevlerinin kapatılıp, satılmasına karar verebileceği gibi, göreve uygun bulduğu herhangi birini dilediği başkente büyükelçi de atayabilir. Hiç bir devlet memuru, asker yahut sivil, istihbarat yahut hariciye veya maliye mensubu, kendi kurumunda en tepe konumda bile olsa, ortadan, kamuoyu önünde seçilmiş yönetime karşı racon kesemez. Keserse sistemin sağlığı bakımından bedelini ödemesi hem kaçınılmaz hem yerinde olur.
Ama aynı şekilde, her türlü demokratik sistemde, yargının bağımsızlığı, ifade özgürlüğü, itaatsizlik olanağı da olmazsa olmazdır. “Efendim bunlar bize bir numara büyük gelir. Biz Norveç, Portekiz değiliz. Biz sadece kendimize benzeriz.” Eh, öyleyse aynı meralarda otlamaya hep birlikte sittin sene devam ederiz, bir arpa boyu yol da gidemeyiz. Eloğlu üç asır önce “vatanseverlik hainlerin son sığınağıdır” demiş, biz “sorgulayan ya gafildir, ya hain” deriz.
Şu yazdıklarım, siz değerli okurlarımı tenzih ederek biliyorum, inanınız ilkokul düzeyi. Şunu İngilizceye çevirip, ciddi bir yerde yayımlatmaya kalksam, editör “sen ne anlatıyon hemşerim?” der. Biz daha buralardayız, onu anlatıyorum. Buralardan çıkmak için de her şeyi baştan düşünmemiz ve devlet denilen ve bizatihi hiçbir kutsallığı olmayan o yönetim zımbırtısını (Sayın Savcı “zımbırtı”, “aygıt” demek, yazar burada okuru uyuyakalmasın diye ilginç, gülünç olmaya çabalamış) dönüştürmemiz gerek.
Dönüşüm için de her şeyden evvel korkmamamız. Korkmamak, cesaret değil. Bu işleri yapmak cesaret değil cüret ve vizyon sahibi olmak demek. Baksanıza Ali Babacan sekseninci kere erteledi parti kuruluşunu. Neden? Yahu, İttihat ve Terakki Cemiyeti kuruluyor da, istibdat mı devrilecek? Partimin kurucuları şunlar, yerimiz burada, amaçlarımız bunlar: Bu, bu kadar. Nedir bu esrar perdesi, bu alıngan, buruk surat ifadeleri?
El freni her daim çekik, merhum Sabri Kiraz’ın “önce durdur, sonra vur” taktiğine ilelebet meftun bu muhalefetle bu iş olur mu, bu maç döner mi? Sabaha kadar oynansa, fark etmez. İş gelir, “çanak çömlek patladı, harp çıktı, anayasa askıda, seçim yok” kafasına dek varır. Muhalefet de melûl melûl yedek kulübesinden sahaya bakar.
Öyle ya, 1912 Balkan bozgununun ardından 1913 Babıâli baskını; 1914 Sarıkamış faciasının ardından 1915 Ermeni soykırımı gelmişti. Yüz yıl önceki olayları anlatıp kafamızı bulandırma, boyunu aşan toplara yükselme. Pekiyi, yere inip yaklaşalım: Uçak düşürme vakasıyla donan Türkiye-Rusya ilişkilerini yoluna koyan Petersburg’daki Erdoğan-Putin görüşmesinden (ayrıca) ne çıkmıştı? S-400 alımı. Büyükelçi Karlov suikastının bir gün sonrasında ne olmuştu? Astana “süreci” başlamıştı.
Şimdiye dönelim: Cumhurbaşkanı Erdoğan, Cuma namazı çıkışında Idlip konusundaki soruyu yanıtlarken “savaş diyebilirim” dedi. Aaa, resmen ilân etmeden, kenardan kenardan komşu ülke Suriye’yle harbe girmemiş miyiz meğer? MSB Akar da “Rusya’yla karşı karşıya gelmek gibi bir niyetimizi olmadığını” açıkladı. Tabii, Rusya’nın niyeti nedir, onu bilemiyoruz.
Cuma akşamı gerçekleşen Erdoğan-Putin telefon görüşmesinden dişe dokunur sonuç çıkmadı. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un İstanbul’da Türkiye, Fransa, Almanya, Rusya dörtlü zirve tekrarı daveti RF Devlet Başkanı Putin’den de 5 Mart için kabul görmüşe benzer. Adeta mezbahaya dönen Idlip’te olan bitene Cumhurbaşkanı’nın icazetiyle “savaş” diyebiliyoruz artık madem, günü gelince Suriye’de “yenildik, bir savaş kaybettik” de diyebilecek miyiz? Ne acı. Savaş kaybetmenin hıncı da dönüp içeride başta Kürtler, tüm muhaliflerden mi çıkacak?