Suriye’de son yakın mı?
Taraflardan hiçbiri bırakalım barışı, ateşkesin yakın olduğuna dair bir işaret vermiyor. Aksine, Suriye’de şu veya bu şekilde bir köprü başı tutan her taraf, kendi sınırlarına çekilmek ya da ‘Suriye’nin devleti ve milletiyle bölünmez bütünlüğü’ ilkesine halel getirmeyecek adımlar atmak yerine, konumunu tahkim ve takviye etmeye, Suriye’deki mevcudiyetine yeni mana dünyaları icat etmeye çalışıyor.
Hakan Gürel
Suriye'de milyonlarca insanın mülteci konumuna düşmesine, on binlercesinin ölümüne ve yaralanmasına, kentlerin, tarihsel ve kültürel dokunun, çevrenin, demografinin dağılmasına neden olan, ittifaklar çatlatan, yeni ittifaklar doğuran savaşta sona geliniyor mu?
Ne de olsa radikal İslamcı muhalefet İdlib ve çevresinde yer alan ve her gün Suriye, İran ve Rusya’nın oluşturduğu ittifakın ağır bombardımanı altındaki küçük bir bölgeye sıkışmış durumda... Doğu’da SDF, Amerika’nın başını çektiği koalisyonun desteğiyle Güney’den Irak sınırına kadar olan bölgeyi ‘yüzyılın gözde musibeti’ IŞİD’den temizlemiş görünüyor. Kuzey’de, Münbiç hariç Fırat nehrine kadar bölge Türkiye ve vergilerimizle destekleyip, donattığımız ÖSO’nun egemenliğinde… Şu hâlde İdlib düşer ve/veya teslim olur, Deyrezor ve çevresindeki IŞİD hücreleri –en azından- harekât yapamaz hale gelirse, savaşın sona ermesini beklemek gerekir.
Gel gelelim, taraflardan hiçbiri bırakalım barışı, ateşkesin yakın olduğuna dair bir işaret vermiyor. Aksine, Suriye’de şu veya bu şekilde bir köprü başı tutan her taraf, kendi sınırlarına çekilmek ya da ‘Suriye’nin devleti ve milletiyle bölünmez bütünlüğü’ ilkesine halel getirmeyecek adımlar atmak yerine, konumunu tahkim ve takviye etmeye, Suriye’deki mevcudiyetine yeni mana dünyaları icat etmeye çalışıyor. İleri sürülen çözüm önerileri de aynı zihniyetin ürünü. Söz gelimi Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir güvenli bölge kurulmasını ve 3 milyona yakın Suriyeli mültecinin Rakka ve Deyrezor’un da bulunduğu bir alanda yeniden inşa edilecek yerleşim alanlarına ‘kaydırılmasını’ istiyor. Bu proje bir yandan güvenli bölgenin Türkiye kontrolüne girmesini sağlarken diğer yandan, ABD’nin hilafına güya mülteci sorunlarıyla boğuşan yabancı düşmanı, İslamofobik Avrupa ülkelerinin desteğini almayı hedefliyor. Zaten Türkiye için de "SDF=PKK" yok olmadan, Esad gitmeden savaş bitmez. Suriye rejiminin maksimalist, başka bir deyişle sahada karşılığı olmayan talepleri bir kenara bırakılırsa savaşın tarafları, kendileri açısından savaşın maliyetini düşürmeye veya yeniden yapılanma, yeniden inşa projeleri aracılığıyla açıkça savaştan nemalanmayı umuyor.
SDF ve ABD’nin ne istediği, bildik söylemlerin ötesinde, aslında hiç de belli değil. SDF’nin beklendiği şekilde önünde sonunda Suriye rejimi ile masaya oturup, özerkliklerini ve kazanımlarını koruyan bir anlaşmaya varma konusunda hiç acelesi yokmuş gibi görünüyor. ABD, Başkan Trump’ın beklenmedik açıklamasının aksine Suriye’yi terk etmek bir yana güçlerini konsolide ediyor, olağan müttefiklerinden postalını Suriye’ye basacak asker talep ediyor. Günaşırı yüzlerle binlerle ifade edilen tır, SDF egemenliğindeki bölgeye kim bilir neler taşıyor? ABD, epey zaman önce “savaşı kazandık” açıklaması yapmış olsa da IŞİD’in her an yeniden hortlayabileceğini bu nedenle savaşa devam edilmesi gerektiğini söylüyor. Esad’ın kimyasal silah kullandığı iddiası ile sadece savaşın gerçek muhataplarından birisini tanımamış olmuyor, ‘Esad gidene kadar savaş’ diye yeni bir bahaneyi inşa ediyor. SDF ile birlikteliğinin muhtevası Suriye’de diyelim ‘özgür ve demokratik seçimlere’ kadar bir geçiş süreci için Suriye’li tarafların yan yana gelme olasılığını her geçen gün daha fazla azaltıyor. İsrail ve muhiplerince yeni başlatılan İran karşıtı kampanya da ABD’nin çekilmeme bahanelerine bir yenisini ekliyor. ‘İran bölgeden çekilmeden bu savaş bitmez!’
ABD’nin Suriye sınırlarını aşarak, Irak’ın Sünni kesimlerine ulaşan El Cezire’yi boğma hülyası, başka bir deyişle Suriye ve Irak Şii rejimlerinin ayrımcılığına karşı zaten teşne oldukları radikal İslam’dan başka bir çıkış yolu bulamayan Sünni Arap kesimleri kontrol altında tutma isteği güçleniyor. Bu konuda Obama döneminde olduğu gibi son tahlilde İran’ın bölgedeki hâkimiyetini güçlendiren Şii kartını oynamak yerine yola Kürtler ile devam etme niyetinde. Neticede bölgede, geniş özerklik veya bağımsızlık, Türkiye ve Araplara karşı korunma konusunda destek karşılığında ABD ile sıkı çalışmaya hazır, mevcudu yüz binlere ulaşmış bir Kürt silahlı gücünü oluşturmuş durumda.
Rusya, savaştan önce, hatta Soğuk Savaş zamanında bile küçük ölçekli bir ileri ikmal üssünden öte olmayan Tartus’u tam teşekkülü bir deniz üssüne dönüştürürken, Hmeymim üssü başta olmak üzere hava kuvvetlerini kalıcı kılacak altyapı yatırımlarına hız veriyor. Türkiye ile girdiği pragmatik ve o ölçüde ilkesiz ilişki, Atlantik ittifakında zaten uzun zamandır aşınmış olan dayanışma ve birlik duygusunu Türkiye üzerinden sarsarken ya da açık hale getirirken, Türkiye’ye askeri müdahale için açtığı her manevra alanı Türkiye ile ABD ve/veya SDF arasında yeni çatışma alanları ortaya çıkarıyor. Rusya, Esad’ın en azından geçiş sürecinde yer almadığı hiçbir gelecek tasarımını desteklemiyor. İran ve Şii milislerin mevcudiyetinin, İsrail ve ABD açısından yarattığı gerilimden, Suriye’deki mevcudiyetine yeni bir bahane bularak kazançlı çıkmayı hedefliyor. Nitekim, İsrail saldırıları sırasında Türkiye’deki sosyal medyaya bakarsak uçan her şeyi, her koşul altında, her yerden önleyebilecek S-400 füze sistemini kullanarak bir savunma şemsiyesi oluşturmuş gibi görünmüyor. İsrail, Rusya’nın varlığına rağmen Suriye’de istediği yere, istediği saldırıyı yapabiliyor.
Öte yandan İran, İsrail’in ardı arkası kesilmeyen saldırılarına rağmen bölgedeki mevcudiyetini artırıyor, yerleşik hale getiriyor. İsrail yıkıyor, İran yeniden yapıyor. Suriye rejimi, İran ve Rusya’nın yokluğunda başına gelebilecekleri az çok tahmin ettiği için bu süreçte sessizliğini koruyor. Esad, Suudi Arabistan ve BAE’nin, arada İsrail’in katkılarıyla bir yandan Suriye rejimi, diğer yandan ÖSO’ya karşı desteklediği bilumum İslamcı örgütün, Türkiye ve ekürisi ÖSO’nun (tüm ÖSO’dan ayırmak için bundan sonra T-ÖSO diyelim) ve elbette ABD’nin başını çektiği koalisyonun ülke sınırlarından çıkmasını istiyor. Bir yandan da bunların sürekli birbirlerini yıprattıkları mücadeleyi iştiha ile izliyor. SDF’ye bir yandan yerel unsur muamelesi yaparken, bir yandan da gücünü ve kararlılığını, daha doğrusu ABD’nin SDF’yi koruma azmini sürekli test etmenin yollarını arıyor.
İdlib’deki radikal İslamcılar ve sair muhalifler bin bir parça. Körfez destekli El Kaide/El Nusra gibi örgütler, Astana Anlaşması sonucu oluşturulan ve Türkiye’nin bölgede çok sayıda ileri gözetleme üssü kurmasını beraberinde getiren ateşkes gözetleme mekanizmasını itina ile dinamitliyor. Türkiye’nin T-ÖSO’yu ileride ülke içinde söz sahibi olacak bir biçimde toprak ve yetki sahibi yapma planları hilafına, ne kadar enteresan ki Suriye ile ateşkes sürecinde ÖSO’nun kendilerine kıyasla daha ‘ılımlı’ olan unsurlarını ölüme veya kendilerine katılmaya zorlayarak hem büyük alan hâkimiyeti elde ettiler hem T-ÖSO’nun etkisini ve ‘insan kaynakları’ pastasını kısıtladılar. İdlib ve çevresinde egemenliklerini perçinledikten sonra da Suriye’ye karşı uzlaşmaz, Astana sürecini tanımaz, radikal İslamcı rollerine bürünerek savaşı tırmandırdılar ve bugün milyonları kırımla karşı karşıya bırakan süreci Suriye ile birlikte inşa ettiler. Öyle ki İdlib düşse hatta teslim olsa bile orada cânı gönülden veya el mecbur İslamcı muhalefeti destekleyen milyonların akıbeti meçhul. Militanların, mağdur mültecilerin arasına sızarak büyük ihtimalle Türkiye ve T-ÖSO’nun egemenliğindeki Afrin’e akın etmeleri büyük olasılık. Türkiye’nin hem T-ÖSO’nun rejime karşı elindeki kartları yükseltmek hem SDF’ye karşı bir güç çarpanı ve şantaj aracı olarak kullandığı Afrin’den bugün yarın çekilmesini beklemek de mümkün değil. Aynı durum Fırat Kalkanı harekatıyla ele geçirilen El Bab için de geçerli. Türkiye bu bölgelerden çekilmek bir yana belki on yıllar boyunca bir ‘garantör’ olarak Suriye’nin kuzeyinde yerleşme planları yapıyor. Savaşın tüm taraflarının başvurduğu insan mühendisliği işleri, başka bir deyişle egemenlikleri altındaki bölgelerde etnik ayrımcılık ve etnik temizliğe varan uygulamaları da savaşın sona erme olasılığını azaltıyor.
Enteresan olan şu: Erdoğan’ın bir taşla bin kuş teklifini saymazsak masada Suriye’deki krizin çözümüne yönelik hiçbir öneri yok. Tarafların savaş için o kadar çok bahanesi var ki bundan sonra savaş bitmek yerine aynı aktörlerle farklı kiplerde, belki şimdi Yemen’de, Somali’de görüldüğü gibi başka coğrafyalara da sıçrayarak devam edecek. Mevcut veriler ışığında uluslararası toplum adı verilen garabetin, Suriye’de herhangi bir çözüm önerisinin arkasında yer almasını beklemek beyhude olacaktır. Barışın garantörü olacak halkların ne istediği ise fazlasıyla meçhul. Suriye dışı güçlerin bölgeye müdahalesi devam ettikçe de halkların iradesini duymakta zorlanacağız. Dış güçlerin arkada bırakacakları belki en büyük enkaz, büyük olasılıkla, bir zamanlar birlikte yaşayan farklı etnik, dinsel, kültürel ve sair arka planlardan gelen halkların bir arada yaşamı olanaksız kılacak ölçüde birbirine düşman edilmeleri, birbirine bilenmeleri olacaktır.
Zaten, dış güçlerin bölgedeki etkisini daim kılacak olan da her unsurun kendi ikbali için diğerlerinin aleyhine kendilerine yakın bir dış güç ile iş tutması değil mi?