Trump yönetiminin Suriye’den hızlıca çekilme kararı alması ve bununla paralel olarak Türkiye’nin sancılı bir operasyon başlatması sürpriz olarak görüldü ve ABD’nin yenilmesi, Türkiye’nin zaferi, Rusya ve Esad yönetiminin kazanması olarak yorumlandı. Bu yazıda, Suriye krizi üzerine yazdığım daha önceki yazılarda ileri sürdüğüm görüşü savunmaya devam edeceğim ve son gelişmeleri, çizdiğim o çerçeve içinden ele alacağım.
Aynı anda çok sayıda gelişmenin yaşanması, işin içine Trump’ın şaşkınlık yaratan mektubu gibi diplomatik maganize varan konuların girmesi, iktidarın hamaset üreticisi “güvenlik uzmanlarının” anlık yorumları sürecin ana eksenlerini kaçırmamıza neden oluyor. Burada ABD açısından Suriye’nin ne anlama geldiğini, Suriye’de en temelde bütün işlerin Rusya ile ABD genel uzlaşmasıyla yürütüldüğünü, Türkiye’nin hareket etme kabiliyetini bu uzlaşından aldığını ve aynı zamanda bu uzlaşı tarafından belirlediğini savunacağım.
BİR STRATEJİK KONDOMİNYUM OLARAK SURİYE
En başından şunu net olarak ortaya koymak gerekiyor: ABD, Suriye’de Esad’ı ısrarlı bir devirme politikası izlemedi. AKP iktidarı ilk başlarda öyle zannetti, büyük bir hevesle Suriye’ye daldı, o kadar ki Esad’ı devirmek için, şimdi en büyük tehdit olarak gördüğü PYD ile de pazarlık yaptı, radikal İslamcıların her rengine kapılarını açtı. Bu durum ABD'nin işine geldi çünkü Esad gitse yerine İslamcı bir yönetim gelecekti ve 2013’ten itibaren, Mursi ve Ennahda örneğinde olduğu gibi İslamcılarla çalışmaktan vazgeçmişti. Kaldı ki, İsrail de Esad sonrası belirsizlikten çok, iyice zayıflamış Esad’lı bir “kontollü istikrarsızlığı” tercih ediyordu. Obama yönetimi açıkça “arkadan liderlik” yapacağını, savaşan kara gücü göndermeyeceğini, muhaliflere yalnızca “öldürücü olmayan” silahlar vereceğini açıklamıştı. CIA’nin İslamcılar, Pentagon’un ise PYD/SDG ile işbirliği, IŞİD’in yıkıcılığı Esad yönetimindeki Suriye’yi yeterince zayıflatıyordu.
Bu noktada ABD, Suriye’de Rusya’nın ağırlığını hep kabul etti. Putin de, zayıflayan Esad’ın kendisine olan bağımlılığından memnundu. Her iki gücün de Suriye içinde paralel hareket ettiği, birbirlerinin belirledikleri nüfuz alanlarına hiç dokunmadıkları giderek belirginleşti. 2013’te ABD ve Rusya, Suriye’deki kimyasal silah depolarının BM eliyle imha edilmesi konusunda anlaştılar, her ikisi de doğrudan asker göndermeye 2015 sonunda başladılar. Savaş uçaklarının koordineli uçması için koordinasyon merkezi kurdular, hava sahasını paylaştılar, her ikisi de dönemine göre hem Türkiye, hem de PYD ile değişen ölçü ve yoğunlukta ilişkilerini yakın tuttular. Hatta, ABD Savunma Bakanı Esper 13 Ekim’de "Kürtleri Türkiye’den korumak için Suriye ve Rusya destekli kuvvetlerle bir anlaşma yaptık" dedi. Bu yazılı olmayan pazarlıkta ABD, muhalif savaşçılara Esad’ı devirmeye yetecek kadar desteği hiçbir zaman yapmayacak ve kendisi doğrudan Esad’ı devirecek bir kuvvet kullanımına gitmeyecek, Rusya da Suriye’nin kuzeyini ABD’ye bırakacaktı. Fakat ABD’nin kendisi Suriye’nin kuzeyinde, yakın bir müttefiki olmadan varolamazdı. Dolayısıyla, bu hattın müttefiklerinden biri tarafından kontrol edilmesi zorunluydu. İlk aşamada bu müttefik PYD/SDG oldu.
SURİYE’NİN KUZEYİNDE TÜRKİYE Mİ, PYD Mİ OLMALI?
Afrin’den başlayıp, Irak sınırına kadar uzanan bu uzun hattın Türkiye mi, yoksa PYD tarafından mı kontrol edeceği ABD açısından değil, Türkiye, Kürtler ve Esad yönetimi açısından çok büyük önem taşıyor. Belki tekrar hatırlatmakta yarar var. Suriye geleneksel olarak ve halen de bir Rusya müttefiki. ABD’nin Suriye’den alabileceği ekonomik ve stratejik yüksek bir kazanç yok. Suriye’yi bu haliyle Ortadoğu denkleminden çıkarmış olmak yeterince stratejik bir kazanım ABD açısından. Bundan sonra, Türkiye’nin Afrin ve Mare Cerablus hattından sonra, Fırat’ın Doğusunda bazı alanları kontrol etmesi, ABD açısından, bir müttefikinin yerini diğeriyle değiştirme dışında (tabii “Kürtlere ihanet” konusunu ve güvenirlik sorununu bir yana bırakırsak) çok fazla bir stratejik kayıp anlamına gelmiyor. Sonuçta, Suriye’nin kuzeyi çok uzun ve coğrafi olarak savunulması zor bir alanı oluşturuyor. Kürtlerin nüfusu, ekonomik yetersizlik, nitelikli insan gücü eksikliği ve sahip olduğu askeri güç buranın uzun vadede ABD desteği olmadan elde tutulmasını imkansız kılıyor. PYD/YPG’nin Suriye ordusu karşısında orta vadede direnmesi mümkün olmazdı. Anayasa sürecinde özerklik konusu da son derece belirsizdi. Dolayısıyla, ABD açısından, eğer kendisi yıllarca burada askeri varlığını tutmak istemiyorsa, stratejik olarak, bu uzun ve savunulması zor hattın daha güçlü, NATO üyesi müttefiki tarafından kontrol ediliyor olması bir kayıp değil, avantaj teşkil ediyor. Bu ortamda devam eden yoğun diplomasi trafiği ve yaptırım tartışmaları, bu yalın gerçekliği karartmaya yarıyor. Ama bunca gürültü içinde Trump’ın araya kaynayan “okul bahçesindeki iki çocuk gibi kavga etmelerine izin vereceksiniz, sonra da ayıracaksınız” sözü aslında bu yaklaşımın biraz da “Trumpça” dile getirilmesinden başka bir şey değildi.
BİR GÜVENLİ BÖLGE OLARAK 'TÜRK KORİDORU'
Türkiye, Suriye’nin kuzeyinde bir “terör koridoru” inşa edildiğini ve bunun da kendisine yönelik bir yaşamsal tehdit oluşturduğunu savunageldi. ABD’ye de, bilindiği gibi, Suriye’de, sürekli olarak PYD yerine kendisiyle işbirliği yapmasını, gerekirse Rakka’ya birlikte girebileceğini söyledi. Sonuçta, önerdiği şey açıktı: “O bölgeyi ben PYD’den daha güçlü bir şekilde kontrol ederim”. ABD’nin en sonunda, büyük tartışma ve binbir naz ile razı olduğu şey, aslında iki müttefiki arasında yer değiştirmekti. Bu sürecin en önemli sonucu, Fırat’ın Batısının Türkiye’ye bırakılması, Doğusunda ise Menbiç, Kobani ve Kamışlı gibi Kürt yoğun alanlar dışında, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyini kontrol etmeye başlaması ve aslında bu bölgeden çıkmamak üzere girmiş olması. Dikkat edilirse, Türkiye’de hiçbir yetkili ağızdan ve hükümete yakın çevrelerden “çıkış stratejisine” dair bir cümle duyulmuyor. Tersine Türkiye öncelikle Afrin, Azez ve el Bab’a giderek daha çok yerleşiyor, bu bölgelere giderek kendi yönetim mantığını yerleştiriyor, egemenliğini, kendi devlet otoritesini kuruyor. Bu tahmin edileceği gibi Hatay’ın kaybını sindirememiş Suriye rejiminin kabus senaryosu ve Esad yönetiminin Türkiye’yi buradan çıkaracak gücü yok. Bu bölgeden nüfus yapısı itibariyle “Kuzey Suriye Türk Cumhuriyeti” çıkarmak mümkün olmasa bile, buradaki yerleşim yerlerine kaymakam atayan, meydan isimlerini değiştiren, okullarda Erdoğan resmini astıran, PTT hizmeti götüren ve en son fakülte açan bir siyasetin niyetine dair öncü işaretleri verdiği görülüyor. Bu da Türkiye’nin Suriye’e yönelik olarak son 10 yıldır izlediği siyasetin dördüncü safhasını oluşturuyor. Bunun ilki 2000’lerde Suriye’yi ekonomik, siyasal ve ideolojik olarak domine etmek, 2011’den itibaren Arap Baharının etkisiyle devirmeye çalışmak, 2014 sonrasında PYD’yi tasfiye etmek ve 2016’dan itibaren Suriye’nin kuzeyine çıkmamak üzere yerleşmekti. Suriye krizinde bundan sonraki tartışma konusu Türkiye’nin bu ülkedeki varlığı ve bunu derinleştirmesiyle ilgili konular olacak.
Türkiye’nin Suriye için kullandığı tersinden siyaset dili sürecin kendisini açığa çıkarıyor. ABD’ye rağmen yürütülen ve savaş olmayan bir barış operasyonu, Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumayı amaçlıyor.
Kısacası, bu sürecin kaybedeni ABD değil, kazananı da Rusya değil. Her iki güç sorunun başında ana hatlarını belirledikleri uzlaşıyı devam ettiriyorlar. ABD sormadan girdiği Suriye’nin kuzeyinden askerlerinin bir kısmını yine kimseye sormadan Suriyeli birliklerin yanından, bir tatbikattan döner gibi geçirerek çıkardı. Türkiye ise AKP ile devlet aklının füzyonun sonuçlarını yaşadığı bir döneme girdi. İçte otoriterleşmenin güçlendiği, milliyetçi hamasetin muhalefet dahil toplumu bir kez daha kuşattığı ve dışta ise diplomasinin bir kurum ve araç olarak eridiği, dış politikanın militerleştiği, yani askeri gücün başlıca ve belirleyici bir araca dönüştüğü, Musul’da her krizde gündeme gelen ama bir türlü gerçekleşmeyen irredentist hayalin, bu kez Suriye’deki krizle mümkün hale geldiği bir aşamaya geçtik.