5 Eylül’ü 6 Eylül’e bağlayan gece Türkiye’de bir tür rap
kalkışması gerçekleşti. Böyle söyleyince kulağa aşırı geliyor ama
en azından epey miktar tüy kaldıran bir hareketti. Kendinden başka
pek bir şeyi düşünmüyor gibi görünen bir grup genç müzisyenin ülke
dertleriyle ciddi ciddi derdinin olduğunu gösterdi. Dilin ve
müziğin hâlâ bazı temel meseleleri ifade etmekte
kullanılabileceğini, cesaretin hiç umulmadık yerden
fışkırabileceğini ve en önemlisi de kalbimizin yerini
hatırlattı.
Şanışer lakaplı Sarp Palaur’un, 31 yaşındaki yetenekli bir
gönülçelenin farklı kesimlerden 20’ye yakın rapçiyi bir araya
getirerek yaptığı “Susamam” adlı 15 dakikalık ‘şey’e tek başına
şarkı demek güç. Bir tür müzikal kısa film; sıkça yakıştırıldığı
gibi manifesto demek de mümkün. Çevre sorunlarından kadın
cinayetlerine, mültecilerden basın özgürlüğüne, hayvan haklarından
trafiğe uzanan bir ortak dertler antolojisi.
Şarkının özellikle bir beyaz yakalı yüzleştirmesi içeren kısmı,
şu sözlerle zihinlere kazındı: “Çünkü çocuk öldü, vuran memurdu
diye ‘haklıdır’ dedin / Sesini çıkarmadın yani suçlusun! / Çünkü
iki gün üzülüp sonra gözündeki nehri kuruttun / Tuğçe ve Büşra’nın
katilini serbest bırakan hâkimin adı neydi unuttun…”
Deniz Tekin’in icra ettiği kadın cinayetlerine ilişkin bölüm de
çok çarpıcıydı. Tekin de tıpkı Şanışer gibi samimiyet ve
kendiliğindenlik sihriyle donanmış, özel bir genç sanatçı. Şarkıda
kızının gözleri önünde boşandığı erkek tarafından katledilen Emine
Bulut ve kızının çığlıklarına da yer verilen bu bölüm duyguları en
çok harekete geçiren kısım. Öte yandan 15 dakikalık videoda tek bir
kadın rapçinin yer alması bazı haklı eleştirilere neden oldu. Ama
“böyle böyle olacak işte,” diye düşündük bir kısmımız, son
tahlilde.
Bir yandan da şöyle bir durum var. Acı alaydan agresyona türlü
biçimlerde hayata ağırlığını vuran erkek sesinin boğazının pasını
silip başka konularda gerçekten “konuşmaya” başlamasının da kendi
içinde dönüştürücü bir gücü var. Suskunluk, sebepleri farklılaşsa
da, Doğu’da olduğu gibi Batı’da da hegemonik erkekliğin
karakteristik nitelikleri arasında. Kişiler arası bir iletişim
marifeti olarak konuşma, kültürel açıdan daha çok kadınlara
yakıştırılan bir nitelik. Susmak temelde ya bir bastırma ya da
çarpıtma mekanizmasının öğesi olarak işlev görüyor. Durum böyleyken
tüm toplumsal konularda erkek sesinin yüksek çıkması, sözgelimi
kadın cinayetlerini anlatan bir panelde bir kadını davet etme
gereği bile duyulmaması, sadece erkeklerin konuşması çok ciddi bir
sorun. Öte yandan benzer baskılar altında kendini ifade etme
güçlüğü yaşayan erkeklerin, ortak bir konuşma yaratmaya dönük
çabası sürgit iktidar kurma refleksinden başka bir şeye hizmet
edebiliyor. “Susamam”, inceldiği yerden kopsun isyanıyla, temel
haysiyet konularına sahip çıkması anlamında, kendini türlü
nedenlerle güvende hissetmeyen herkesin sesi olmayı başarıyor bir
noktaya kadar. Bunu belirtmekle birlikte rapte de kadın sesinin
daha yüksek çıkmasını dileyelim çünkü başka türlü anlamlı bir
konuşma yine de mümkün değil.
Aynı gece, Ezhel, “Olay”la Sayedar & Önder Şahin, Ceza’yla
beraber “Komedi v Dram”ı ortamlara saldı. Rap gibi isyan damarı bu
denli ortada dururken -gözleyebildiğim kadarıyla bizde, birkaç isim
dışında- yüksek oranda boş beleş atar gider, bir kısım cinsiyetçi
muhabbet ve mafyöz kötü edebiyat/ yoksulluk edebiyatı etrafında
dönüyormuş hissi veren bir tür için, gerçekten umut verici.
Akabilecek kan damarda durmayınca, orada gerçek bir damar olduğunu
görmüş olduk.
6 Eylül, yer gök “Susamam” diye inlerken Canan Kaftancıoğlu’nun
yıllar önce Twitter’da yaptığı paylaşımlar yüzünden 9 yıl 8 ay 10
günlük cezaya çarptırıldığı gün olarak da tarihe geçti.
Kaftancıoğlu “gençler bugün ve daima ben de #Susamam” diye tweet de
atınca tüm taşlar bir güzel yerine oturdu.
Şarkı yukarıda anlattığım kısım dışında iki bakımdan çok
eleştirildi: Politik kalibresi ve müzikalitesi. Ben iki bakımdan da
iyi buldum büyük oranda. Rap’e karşı zaten pek boş değilim öteden
beri. Söz ağırlıklı olmasından rahatsızlık duymuyorum, olayı o.
Türün çıkış noktasının “konuşmalı” isyan olduğunu belirten Murat
Meriç’in hem sürece hem de türün gelişimine dair kıymetli değiniler
içeren şu iki yazısı da gözden kaçırılmamalı: Işıkları yakın çünkü zafer
yakın! ve Gün geldi: Şarkılar,
meşalemiz…
Oldukça geveze bir isyan bu. Yer yer kendi de ne dediğini tam
bilmeyen, yaşama, tüketme hızı kadar kafa karışıklığıyla da kendi
sözünü kesen kesimlerin isyanı. Tekdüzeliği, uyarlanabilirliği ise
bu TikTok çağı için paha biçilemez bir yeniden üretim ve ağza
yapışma imkânı doğuruyor.
Kolayından coşturma ve geniş kesimlere ulaşma olasılığı çok
yüksek, öyleyse suya sabuna da dokunmasının ne zararı var? İşin
müzikal kısmını uzun uzun değerlendirebilecek değilim ama neye denk
geldiğine dair bunları söyleyebilirim.
“Susamam”ın bir diğer önemi de aslen türün esas alıcısı olan
hayli genç bir kitleyi hedeflese de beyaz yakalısından
entelektüeline, geniş bir kesime seslenebilmesi. Haybeden isyan
bestelemeyip çuvaldızı kendine de batıran kapsayıcılığı. Bu anlamda
gerçekten iyi niyetli bir şarkı.
“Susamam”ın yarattığı coşkunun hemen akabinde katılımcılardan
Miraç’ın yaptığı, düzelttiği ve sonunda sildiği açıklamalar da
şarkının gücünü bence gölgelemedi. İnsanda derhal arkadaş, kardeş,
kuzen kontenjanından aileye alma hissi uyandıran Şanışer başta
olmak üzere grubun çoğunluğu gayet sağlam durdu. E Türkiye burası,
bir ikisi ağır saçmalamadan yirmi kişiyle balığa bile
çıkamazsın.
Şanışer bunları takiben, iki iyi niyetli açıklamada bulundu.
Bilgisel belgesele dönüşmesin diye bunlara yer vermiyorum,
Twitter’da duruyor. Genel olarak tavrının apolitiklik ya da bir
geri basma içerdiğini düşünmüyorum. Kapsayıcı bir noktadan ses
vermeye gayret eden bu tavrın kendisi gayet politik.
Ruhun ve kalbin düzenli olarak heyecanlanmaya, bir şeylerin
değişebileceğine inanmaya ihtiyacı var. Böyle bir zamanda kitleleri
azıcık olsun harekete geçirebilecek türden bir cesareti takdir
etmek gerek. Yapıcı eleştiri olur ama önce hak teslim edilir. Bir
rap manifestosunun ne kadar kalıcı sonuçlar doğurabileceğini
bilmiyorum ama en azından kendi mahallenin koltuklarından birine
yapışıp sürekli homurdanmanın ruh karartmaktan başka pek bir fayda
sağlamadığını biliyorum.
Şanışer’i maalesef tanımıyordum ben de pek. Önceki şarkılarını
dinlemenin yanı sıra bir de röportajını izledim. Orada da o videoyu
örgütleyen, tasarlayan ve çeken, kişiyle karşılaşmak hoşuma gitti.
Çok dürüst, çok net. Kendinden menkul boş özgüven netliği değil bu.
Samimi. Dert ettiğini söylediği şeyleri cidden dert ediyor,
hissediyorsunuz. Bizde her tür ün önce aşırı övgü sonra aynı hızda
yerin dibine geçirmeyle bir tür ceza mekanizmasına dönüşebiliyor.
Aşırı hayranlıkla nefret arasından ok bile geçmiyor. Tüm bunlardan
olabildiğince temiz ve kendisi gibi çıkmasını dilerim, böyle hakiki
seslere gerçekten ihtiyacımız var.
Bu yazıyı 6 Eylül’de yazacaktım. Hafta sonu bir İznik seyahatine
çıktığım için gecikti. Bu kısa seyahat, yaratılan tüm tahribata
rağmen güzel İznik, tam anlamıyla manzaramı değiştirdi. Upuzun
surları, gölü, zeytinlikleri, sağa sola (maalesef) serpme kahvaltı
gibi serpiştirilmiş tarihi eserleri, dört kapısı, nefis günbatımı,
sakin insanları, WC tabelasından ağaç gövdesine her yere cömertçe
dağılmış çinilerinin verdiği neredeyse kurmaca tematikliği, sevecen
köpekleriyle insanın kalbini hemen çalıveriyor. “Altı yedi kat”
olduğu söylenen bu ruhen Romalı yer, olabilecek en hoyratça biçimde
kullanıldığı halde güzelliğini koruyor bir şekilde. İnsanı
sarmalıyor, huzur veriyor, “ne yapacaksın hayat böyle işte,”
diyor.
İznik Arkeoloji Müzesi’nin hemen yanındaki alanda yapılan
kazılarla gün ışığına çıkarılan kalıntılardan gözümü alamadım
özellikle. Yolun geçtiği noktaya kadar varıp durdurulmuş kazı.
Çitle çevrili alanda pet şişeler, naylon torbalar, meşrubat
kutuları arasında, şehrin altındaki bir şehirden bir kesit, anahtar
deliğinden izlenen manzara müstehcenliğinde, öylece duruyor.
Sütunlar, odalar, su yolları… Sürüp gitmesi gerektiğini
görebiliyorsun. Her yerinden tarih fışkıran şehrin altında bir
başka şehir gömülü muhtemelen. Çoğu belki hiçbir zaman ortaya
çıkarılamayacak koca, dilsiz bir tarihin üzerinde geziniyorsun. Çok
tuhaf bir his bu.
Gidişte ve dönüşte kıl payı aralıklarla yapılan, çoklu
terminalli kısa yolculuklar da çok iyi geldi. Tebdil-i manzara
kadar ruh tazeleyici şey bilmiyorum. Arada bir insanın tüm
manzarası değişmeli. İstanbul’dan Bodrum’a giderek olmuyor ama o.
Farklı yerler, farklı karşılaşmalar gerekiyor. Ancak o zaman, zalim
hızı, yüküyle sürüklendiğimiz bu hayatın perdesi biraz
aralanıyor.
Farklılıkla karşılaşmak, insanı daha kestirme yoldan kendine
getiriyor ki varıp varacağımız yer de, orası. İçimizdeki şehrin
altında kalmış, suskun şehirler. Görelim, kucaklayalım, anlamaya
çalışalım, razı gelmeyelim. Susmayalım. Taş değiliz ki, susamayız
da sonsuza dek…