Birleşmiş Milletler’in 195 devletin temsil edildiği pazar günkü iklim toplantısında, Ukrayna delegesi Svetlana Krakovska konuştu ve tahmin edebileceğimiz şeyler söyledi.
Sonra Rusya delegesi Oleg Anisimov konuştu ve tahmin edemeyeceğimiz şeyler söyledi:
“Bu olanları öngöremediğimiz için Ruslar adına özrümüzü kabul edin lütfen. Olan bitenleri anlayanlar, Ukrayna’ya karşı bu saldırıya bir gerekçe bulamıyor.”
Anisimov daha sonra sorular üzerine de, “Bu elbette Rusya’nın resmî görüşü değil, Benim kanaatim ve şahsi tavrım” dedi.
Belli ki “Oleg arkadaş” aslında “vatan haini”ydi ve Nazım gibi, “Vatan hainliği yapmaya devam ediyor”du!
Ezberlerimiz, önyargılarımız, dilimize pelesenk olmuş nefret kategorileri bazen ne kadar geçersiz oluyor, değil mi?
Hele başka yerde, başka insanlar için, hele hele “bizim tuttuğumuz taraf” lehineyse! Burada hemen hain diyeceklerimiz, başka yerde “cesur, yiğit, mert” oluyor, helal olsunlar eşliğinde.
Getir Oleg’i şimdi, Türkiye vatandaşı yap, ister azınlıktan olsun ister çoğunluktan, böyle “yerli ve milli” bir konuda ağzını açsın da ağzının payını verelim! Evinin önünde toplanalım. Twitter’da linç edelim. Ağzını burnunu…
(Zaten Oleg, ilk Rus devleti “Kiev devleti”ni kuran Rus Prensi’nin adıymış. Kimine göre de yine kurucu ama Viking lideri. “Vikingler” dizisindeki Prens Oleg gibi, ikisi de belki. Kökü karışık yani!)
Ancak konumuz Oleg’i buraya getirmek değil. Vicdanlarımızı, devlet görevlisi olmasına rağmen devletinin haksızlığını görebilen, görmekle kalmayıp vicdanî sesini bastırmadan ifade eden Olegler’e götürmek.
Baktım, işi gücü nedir diye:
St. Petersburg’daki Rusya Hidroloji Enstitüsü İklim Departmanı’ndan. İsteyene telefonunu, hem mail hem iş adresini de verebilirim.
Uzmanlık alanları: Küresel iklim değişikliği, çevre sorunları, kar ve buz kaplı alanlar yani kriyosfer. İlgi konuları: Arktik bölgelerde iklim değişikliği, buzların çözülmesi, iklim değişikliği etkisiyle bu çözülmenin geleceğine dair projeksiyonlar.
Yani dünyanın daha iyi bir yer olması için uğraşan, felaketleri önlemeye çalışan, araştıran, anlamak ve anlatmak isteyen bir bilim insanı.
Burada da var ya öyle insanlar. Kimini kimileri nefret nesnesi yapar bir sözüyle, araştırmasıyla, şarkısıyla…
Muhtemelen, kendi devletinin “nükleer tehdit”e de varan saldırısına da bilim, akıl, vicdan penceresinden de baktı…
Ya da buradaki kimilerinin hemen damgalayacağı gibi, “NATO uşağı, satılmış, hain” bir şahıstır Oleg!
Tabii sokağa çıkan, hapse atılmayı, hatta öldürülmeyi göze alan başka Ruslar da var. Rusya’da hem de. Aynı kişiler eminim NATO saldırsa yine protesto eder. Halktan protestocular, futbolcular, tenisçiler, gazeteciler…
Bunlar “NATO yandaşı, emperyalizm işbirlikçisi, Filistin düşmanı, aşağıladığımız komedyen” filan mı?
Yoksa mağdur mağdur ise, mazlum mazlum ise; buna karşılık, kendilerinden olan, otoriter devletleri başta, mağrur ve zalim ise, düşenin yanında tavır alanlar mı?
Şimdi kaldırımdasın, birisi karşıdan karşıya geçerken hızla gelen araba çarptı. Vallahi çoğumuzun kendini caddeye attığı gibi, yaya geçidi de değil; çoğu sürücünün basıp geçtiği gibi, yaya geçidi de olsa ne yazar!
Ne yapacaksın?
Yaya geçidi değil, sürücü çarpmakta haklı mı diyeceksin?
Çarpılanın kimliğine bakıp “Ya bu zaten Yahudi, Kürt, Türk, Alevi, Sünni, Rum, Ermeni” filan mı diyeceksin?
“Bunu bir yerden gözüm ısırıyor. Geçen ben bisikletten düştüm, el uzatmadı” diye mi teşhis edeceksin?
“Bu zaten şuna oy vermişti” diye mi tespitte bulunacaksın?
Mesele bazen bu kadar basit:
Saldırı haksızsa, saldıran haksızdır.
Bunun gerekçesini saldırılanda arayamazsın; o saldırmamışsa önce.
Elbette saldıranı “tahrik” eden şeyler bulabilirsin.
Birçok avukat, savcı, hakim, erkek vatandaş, hatta kadın bile “kadın cinayetleri”nde “tahrik” unsuru arıyor. Etek boyuna bakıyor, makyaja el atıyor. Tecavüzde, kıza değil Rıza’ya hak veriyor!
Mesele bazen bu kadar basit: Savaş ise, saldırı ise, taciz ise, tecavüz ise, haksızlık ise; neye bakacaksın öncelikle?
Buradaki bazı çokbilmişlerle de böyle vesilelerle tanışıyorsunuz. Bizim onlara dair bildiklerimizin kırıntısını bile görmek sizi çok şaşırtıyor. Sonra muhtemelen unutmak üzere!
“Kahramanlarınız”ın seçtiği taraflar bir yana, ki bu elbette herkesin hakkı; hatta ezilene karşı duruşu bir yana, önce ezilene vuruşuna hayret ediveriyorsunuz.
Oysa bakacağınız şu:
Ukrayna’dan çok önce; burada da, ezilen alttaki askerden mi yanaydı, onu hor gören Paşa’dan mı yana? Kimliği aşağılanandan mı yanaydı, aşağılayan üstünlük kültüründen mi yana? İnsanları kimliklerinden, seçimlerinden ötürü hedef göstermek gibi alışkanlıklar var mıydı, böyle yapanları eleştirirken bile?
Yani bir siyasetçiye tokat-yumruk atılışına köpürürken, başka birine tokat-yumrukta alkış tutmuş mu tutmamış mıydı?
Elbette iyi, doğru şeyler varsa, onlara da karşı önyargılarla göz kapamadan!
Yoksa…
Ben de biliyorum, “Zelenski NATO, İsrail, ABD’li Pritzker hanedanlığı” ilişkisini; Filistin bombalanırken sadece İsrail’e atılan Hamas roketleri için yandığını.
Bizim meselemiz, Gazze için de Harkov için de yanmak!
İsrail, Oferler-AKP ilişkisi, Kuşadası Limanı, Oferler’in Mavi Marmara’yı basan komandoları yetiştiren okulu, önceki koalisyon döneminde İsrail’e verilen ve AKP’nin iptal edeceğiz deyip iktidara gelince devam ettirdiği tank modernizasyonu ihalesi, Gazze…
Bilmiyorum tabii; bunları benim kadar çok ve hepsini birden yazan da olmuştur herhalde!
Yani Gazze için yazıp tank ihalesinde susanları, Gazze diye yanıp Kuşadası Limanı Oferler’e verilirken sinenleri biliyorum tabii.
Ecevit koalisyonu dönemi “Atatürkçü” Genelkurmay Başkanı’ndan da, bugün Cumhurbaşkanı olan “Muhafazakâr” Başbakan’dan da “sermaye ırkçısı” lafını duymuşluğum var!
“Irkçılık” yani!
Hiç ırk, din, mezhep, etnisite, rütbe ayrımı yapmayanlar sermayeye yapışırken, ırkçılık bize kalıyordu o günlerde de!
Tabii ki öyle değilim.
Soykırımı da bilmek, Gazze’yi de bilmek, Harkov’u da bilmek ve hissetmek, pusuda katledilen 33 yoksul askeri de, yatağında öldürülen polisi de, karakolda kaybedilen 13 yaşındaki evladının kemiklerini yıllar boyu arayan ana babayı da, Güngören’de veya Suruç’ta bombayla katledilenleri de, Sivas’ı da, Başbağlar’ı da ayırmadan görmek için ezberlere, önyargılara, nefretlere değil; akla ve vicdana, muhakemeye sarılmak yeterli.
28 ŞUBAT
Böyle bir muhakemenin bir kavşağı da 28 Şubat 1997 “darbe sopası”ydı.
Geçmişte çok eleştirdiğim, birinin ABD’deki servetinin ortaya çıkarılmasını sağladığım Çiller ve Erbakan’ı düşüren “askerî sopa”ya, onların taraftarları dışında, tavır alanlardandım.
Yazdığım yazılar yüzünden Genelkurmay’ın “işten atın” baskılarına o günkü Milliyet direndi; dört yıl sonra yine bir 28 Şubat yıldönümünde kovmadan önce!
Genelkurmay’ın açtığı davayı da bugünkü meslektaşlarının birçoğu gibi olmayan bağımsız bir hakim reddetti.
Ama asıl büyük ders şudur:
O gün “mağdur” olanların önemli kısmının; sonradan kibir, kin, nefret, hiddet, şiddet dolu mağrurlar haline gelebilmesi.
“Keşke o tavrı almasaydım o zaman” diye asla demem. O gün o gerekliydi, bugün bu tavır.
Ama “keşke bunlar da ders almış olsaydı” derim:
O gün dışlananların, ötekileştirilenlerin bugün insanları hedef alması, itibarsızlaştırma uğraşı, linçlere yem yapması, aşağılamalara ve mapuslara maruz bırakması Türkiye tarihinin en ibret verici, ruhumuzu en çoraklaştırıcı hikayelerindendir.
Kucaklaştırmak diye gelenlerin kuraklaştırmasıdır!
28 Şubatçı paşalara, medya patronları ve gazeteciden ziyade işadamı genel yayın yönetmenlerine, büyük sermayeye ve siyasetçilere gelince…
Sözde taktik ve strateji dehalarının nasıl güdük olduğunu, halkı zerre tanımadıklarını 2002 seçimleri gösterivermişti.
Bir başka seçimin de bunu artık başka kibirlilere gösterebileceği gibi!
Sanırım “28 Şubat yıldönümünde, olayın her iki yanını da en iyi kavrayanlar ve oyunun her iki yönünü de en iyi oynayanlar” Sayın Devlet Bahçeli ile Mehmet Ağar’dır!
O gün 28 Şubat’ın yanındaydılar…
Bugün, karşısında yer alanların yanında!
Gerçi AKP de ne düşünüyordur, bilmiyorum:
Çünkü bir 27 Şubat günü, adeta 28’in yıldönümünü bir daha görmek istemezcesine son nefesini veren Erbakan düşürülmeseydi, yasaklı olmasaydı…
AKP diye bir kısmet de nasip olur muydu, bilemeyiz tabii!
Ne derseniz deyin, Mehmet Cengiz de böyle şanslı, kısmetli işte.