ABD başkanlık seçimleri henüz yapılmamıştı. Harvard Üniversitesi tarihinde en genç profesörlerden biri olan ve o çevrelerce, ‘dahi’ diye adlandırılan bir siyaset bilimci, uluslararası çok büyük şirketlerde, kendisi için düzenlenen özel toplantılarda, politik analizlerini anlatıyordu. Sıra Ortadoğu'ya geldiğinde dinleyicilere dönüp, seçimlerden sonra, Ortadoğu’da ilk yıkılacak olan rejimi tahmin etmelerini istiyordu. Tahminlerin çoğu başta İran ve Suriye olmak üzereydi. "Hayır" diyordu siyaset bilimci; Suudi Arabistan…
O günlerde de bir yazının içinde belirtiğimiz bu tahmin-politik analiz, bugün gözümüzün önünde bir film şeridi gibi cereyan eden, Kaşıkçı cinayeti tefrikasının, spekülatif bir sonucu gibi gelmiyor mu size de?
Hiçbir zaman her şeyi komplo teorileri ile açıklamaya çalışan bir politik analiz biçimim olmadı ama basit bir polisiye roman kurgusu üzerinden düşünürsek, bütün bu gelişmeler garip değil mi?
ABD ile bütün askeri faaliyetlerini birlikte, işbirliği ya da en azından koordinasyon halinde yapan bir ülke olan Suudi Arabistan’da, çocukların bile, diplomatik olarak bu kadar gürültü koparacağını tahmin edebileceği bir cinayetin işlenmesinden, CIA’nın en azından, hiç haberi olmayacağını düşünebilmek mümkün mü?
Eğer böyle ise, seyrettiğimiz şu bütün James Bond filmlerinin hepsi mi yalandı?
Hatta eğer bu bir cinayet filmi olarak kurgulanmamışsa, koskoca istihbarat teşkilatının -Suudi Arabistan’dan söz ediyorum- kendi elçiliğine davet ettiği birisini, öyle özel uçaklar, kemik testereleri, adli tıp uzmanı, 15 özel güvenlik mensubu, kamera önünde çıkarmış gibi yapan sakal takmış sahte Kaşıkçı filan yerine, bir kahveden bile, -mesela pazarlıksız 50 bin dolara- rahatça bulabileceği birisine, büyükçe ve keskin bir bıçağı, enlemesine karnına saplatıp, "cep telefonunu çalmak istedim, üstüme atladı ben de onu öldürdüm" dedirtemez miydi?
Yani olanlar Ernest Hemingway’in dediği gibi; "Gerçek olamayacak kadar gerçek" gelmiyor mu size de?
Burada, buna karşı, neden ABD Ortadoğu’da en yakın müttefiklerinden birini yıkmaya çalışsın ki sorusu akla gelecek ama yakın tarihte mesela Saddam rejimi de ABD’nin en yakınlarından biri değil miydi? Özellikle Saddam İran’a karşı savaş sürdürürken ve aralarındaki ihtilaftan, kısa bir süre önce. Aynı zamanda Saddam, Kuveyt’i işgal etmeden önce, ABD onay vermemiş miydi ya da en azından Irak’a saldırılmayacağı kulaklarına fısıldanmamış mıydı?
Peki ABD, herkesin bildiği gibi, kendisine rüşvet olarak sunulmuş 110 milyarlık silah alım anlaşmasına rağmen, Suudi rejimini yıkmak ister mi? Neden olmasın? 110 milyar dolar az bir para değil ama bu yıkımın sonunda daha fazla para, silah filan da vermeden alıkonulabiliyorsa olmaz mı dersiniz? Eh bir de bunların üstüne demokrasi kurucu, Arapları yola getiren, güçlü, müreffeh ABD’yi yöneten, iş adamı bakışını ekleyin ve sonra düşünün.
Burada asıl komik olan, krizin ilk başında Suudi iktidarın 760 milyar doları piyasadan çekeriz tehdidiydi. Nereye çekiyorsun? O para dediğin sanal alemde, hoş bir seda. Bankalara gidecek olan, -mesela basit bir mahkeme kararıyla- bütün bu para, davul tozu, minare gölgesi olabilir. Ya da Suudi Arabistan’ın yeniden kuruluşu gibi, ulvi bir işe tahsis edilebilir ki bunun için ilk olarak mesela 250 milyar dolarlık silah alımına karar verilebilir.
Yani sultanlığınızın sonu bir tık kadar uzaklıkta farkında mısınız?
Arada dikkat çeken, bir Suudi kralının, 91 yıl sonra, ilk defa Rusya’yı ziyaret etmesi de var bir de…
Cinayet mekanı olarak, da Türkiye’nin seçilmiş olması tesadüf mü?
Bunları da, bu polisiye dizinin gelecek günlerine bırakalım, bir soruyla birlikte:
Sizce ABD’li genç siyaset bilimci, haklı mı çıktı?