Bu çelişik başlığı, muhalefetimizin hali pür melalini anlatsın
diye seçtim. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun salı günkü
grup konuşmasını dinlerken içim öyle sıkıldı ki aklıma başlıktaki
ifade takıldı kaldı. Türkiye’de işler kötü, muhalefetse konuşur
gibi yapıyor. Faşizm hızla yerleşirken muhalefetin neredeyse tamamı
hiçbir şey olmuyormuş gibi suya sabuna dokunmadan politika yapıyor.
Ne korona mücadelesindeki başarısızlık, ne Libya’da ülkenin içine
düşürüldüğü durum, ne Suriye hezimeti, ne baroların yapısını
dönüştürmek üzere yapılması planlanan müdahale, ne ekonomik batak,
ne emekçilerin kıdem tazminatlarına el konulması, ne HDP’li
belediye başkanlarının birer birer görevlerinden alınarak yerlerine
kayyum atanması, ne sözde yargılamalarla tutsak edilmiş ölüm
orucundaki avukatlar, ne Demirtaş, ne Kavala, ne yaptıkları
haberlere istinaden uydurulmuş suçlarla hapsedilmiş sayısız
gazeteci, ne hak ihlalleri, ne yitirilmiş özgürlükler yeterince
ciddiye alınıyor. Sanki bunlar basitçe şikayet edip geçebileceğimiz
şeylermiş gibi...
Olan ne? Parti başkanları, kürsülerde esip gürlüyorlar, faşizmin
varlığını da inkar etmiyorlar, ama söyledikleri basit birkaç
slogandan öteye gidemiyor. Çıkabildikleri kanallarda “sakıncasız”
soruları yanıtlayıp iktidara geldiklerinde her şeyin ne kadar da
iyi olacağına bizi inandırmaya çalışıyorlar. Ancak sözleri etkisiz.
Bıktırıcı. Boş. Ardı ardına sıraladıkları cümleler, bize
bilmediğimiz bir şey anlatmıyor. Sıradan sohbetlerimizde halimizden
yakınmak için, azıcık dertleşip birbirimize içimizi dökmek için
kullandığımız örneklerle örülü hepsinin konuşması. Yok AKP şunu
yapmış, Erdoğan şunu söylemiş, falanca bakan bunu demiş… Bak sen şu
lafa, bak şu yaptıklarına… Damat bakan bizimle dalga mı geçiyor?
Sağlık Bakanı da gerçeğin etrafından dolaşıp duruyor… Falan filan…
Eeeeee, peki sonuç? Eylem, çözüm ne?
Siyasal partiler, bir sonraki seçim döneminde kimlerin
seçileceğini belirlemek üzere örgütlenmiş gibiler… Sadece
kendilerini veya birilerini seçtirmek hedefi için devasa bir
bürokrasi yaratmış görünüyorlar. Parti içi katı hiyerarşi
ayaklarına dolanıyor. Dillerini bağlıyor. Öyle ki rejim değişti, bu
örgütlerin işleyişleri zerrece etkilenmedi. Hâlâ aynı
alışkanlıklarla hareket ediyor, köhnemiş yöntemlerle muhalefet
etmeye çalışıyorlar. Sonra da oldukları yerden bir karış
ilerleyememiş olmalarına şaşıyorlar. İktidarlar, kendilerini
düşürürse düşürüyor. Muhalefetin hiçbir eylemi iktidarı sarsmıyor.
Halkın taleplerini eklemleyecek stratejiler üretmekten uzaklar.
Halkı örgütlemeleri gerekirken sadece hikaye anlatıyorlar. Arada
bir de insanları, bana niye oy vermiyorsun diye azarlıyorlar. Esnaf
kardeşlerini, işçi kardeşlerini, çiftçi kardeşlerini, emeklileri,
işsiz gençleri iktidarın politikalarıyla inim inim inledikleri
halde yine de onları tercih etmedikleri için cahillikle, ne
yaptığını bilmemekle suçlayıveriyorlar.
Geçmişte takılıp kalmış gibiler. Örneğin ana muhalefet partisi,
Atatürk’ün adını anmadan, Kuvayı Milliye ruhunu sahiplenmeden
politika yaparsa oy tabanını kaybedeceğinden emin. Yirminci
yüzyılın başlarından kalma bir milliyetçilikle anlamlandırılarak
bugüne taşınan bu ruh, parti söyleminin kurucu unsuru. Yalnızca CHP
değil elbette. Diğer muhalefet partileri de politik dillerini
geçmişe göndermelerle inşa ediyorlar. Geçmişte bir harekete, bir
ideolojiye saflık atfediyor, bağlandıkları gelenek için doğruluk
iddiasında bulunuyorlar. Bu katı perspektifle bugüne bakıyorlar;
kendilerini gönderme yaptıkları geçmişin doğrularının kırmızı
çizgilerinin içine hapsettikleri için de politika yapamıyorlar. Bu
kısırlık, her türden politik tartışmaya da yansıyor. Televizyonlara
bakın mesela . Yandaş veya muhalif her kanal biteviye konuşan bir
avuç insanı ağırlıyor her gece. Söz dizimi bile değişmeyen
cümlelerle konuşuluyor Türkiye’nin halleri. Sonuç alıcı eylem,
girişim o denli az ki… Olan da saman alevi gibi söz kalabalığının
içinde sönüp gidiyor. Arkası gelmiyor. Oysa bir şeyler yapmak
lazım.
Örneğin, etkili bir muhalefetin bugünden geçmişe değil, bugünden
geleceğe yönelmesi gerekir. Bugüne kırmızı çizgilerin sorgulanması
cesaretiyle bakabilmek politikayı bir imkana dönüştürür. İlkesizlik
değil söylediğim. Elbette ilkeli olmalı politika. Ancak mesele ilke
sanılan, konuşmayı olanaksız kılan duvarların yıkılması. Bunu
başardıkları gün, muhalif partilerin politik hale gelebileceklerini
düşünüyorum.
Söz eylemdir, ama boş sloganların ötesine geçebilirse. Söz
politiktir, ama suya sabuna dokunma cesaretiyle söyleniyorsa…