Suyun öteki yanı mı yanıyor?
Büyük İzmir Yangını denince, yok Rumlar yaktı, yok Türkler yaktı türünde bir sürü rivayet duyarsınız. Benim annemden, onun da babaannesinden duyduğu tek şey var: Yanan insan ve hayvanların kokusunun havada günlerce asılı kaldığı. Herkesin çok acı çektiği, büyük bedel ödediği. Yine ve yeniden, suyun öteki yanı değil içimiz yanıyor.
DUVAR - Seni bilmem, anakaradan ayrılıp bir adaya doğru yola çıktığımda, köklerimden kurtulur, dünyanın dörtte üçünün denizlerden oluştuğuna inanıveririm, her kara parçası denizde sadece bir damladır artık. Memur, gezegenin kocaman bir kaya, üzerinin azıcık su ile kaplı olduğu bilgisiyle avunadursun; çocuk, kıtaları denizlerin üzerinde yüzen bağımsız kara parçaları olarak görür, özgürdür.
Yatakta dönüp duruyorum, rüya ile gerçek arasında. Midilli. Viraj, viraj, viraj. Sonra bir düzlük, genişlik. Aaaa o da ne, burası Ankara, bizim mahalle, biraz daha tepeye tırmanıyoruz, o kadar yükseğe çıkmışız ki mevsim kışa dönmüş. İncecik bir kar tabakası toprağı örtmüş. İlginç, hava ılık. Mekan ve zaman, dönüyor, dönüşüyor. Aslında orası Karşıyaka’ymış. “Ama İzmir’e kar düşmez ki!” diye düşünüyorum. Anneannemin evinin önündeyim, köşe başı. Bir ömrünü geçirdiği balkon boş. Ölmemiş miydi anneannem, sıcaklığını hissediyorum. Bağırsam duyar mı yine? Etrafta kimse yok, hava karanlık, sadece bembeyaz karın uçuk pembe sessizliği. “Anneanneee…”. Kapı sonuna kadar açık, evin içinden balkona doğru yöneliyor. Gencecik, üzerinde uzun, krem rengi, ipek bir elbise. Yumuşacık bana bakıyor…
Rüyadan uyanıyorum.
Geçen hafta anneannemin ölümünden sonraki ilk doğum günüydü, ailecek İzmir’de toplandık, evini ziyaret ettik, birçok eşyası ihtiyacı olanlara dağıtılmıştı bile, kendisini hatırlatacak birkaç parçayı torunları olarak sakladık. Ne olduğunu anlayamadan, hemen akabinde Midilli’ye yola çıktım.
Herkes mitolojiye ilgi duymayabilir, ancak hepimiz öyküleri severiz öyle değil mi, rüyalarımızı paylaşmayı, bir arada yorumlamayı. Ege, mitolojinin ve insan ruhunu derinden etkileyen en güzel öykülerin ocağıdır. Burada, ister inanın ister inanmayın cansız taşlar konuşur; canlılar taş, ağaç, nehir olur sonsuzluğa kavuşur. Ege Denizi’nin ulaştığı coğrafyada, dünyanın başka bir yerinde ancak taklidi denilebilecek büyülü olaylar gerçekleşir. Anneannem öldüğünde yanında değildim. Onu son bir kez görmeyi öyle çok istedim, öyle çok istedim ki.
Söylesene, Sappho’nun memleketi Eressos’ta, gece sabaha kavuşurken rüyama gelen peri anneannemden başka kim olabilir?
Hava, Ege’nin sonsuz kucaklayıcılığı ile aydınlandı. Tatilde nasıl uyandığın önemlidir. Bazı yerler vardır, geç yatsan bile dinlenmiş bir şekilde uyanırsın. Ben ise hem tazelenmiş hem de dönüşmüş hissediyordum.
§
Nereden çıktı bu seyahat? Eski dostlarım adaya gitmek istediklerini söyleyince, onlar için bir seyahat planı çıkarayım dedim. Anlatırken bir miktar heyecanlanmış olabilirim, “Neden siz de gelmiyorsunuz?” dediler “Yol masraflarını biz zaten ödeyeceğiz.” Seyahat etmek mi, gözümde bir ışıltı.
Midilli halkının Ayvali dediği, Ayvalık’tan kalktı feribotumuz. Turyol şirketini tercih etmenizi öneririm, diğerlerini denedik, iki kez pişman olduk, birinde adaya gidemedik, diğerinde adadan dönemedik.
Midilli’ye gitmek bir zevk ama dezavantajları var: Vize ihtiyacı, ada çok büyük olduğu için araba gerekliliği ve Euro’nun dayanılmaz ağırlığı. Bu arada, Yunanistan adalara vize istemiyormuş yalanına inanmayın, istiyor. Arabaya gelince, adada ya araba kiralayacaksınız ya da kendi arabanızla gideceksiniz adaya, iki günden uzun kalacaksanız kendi arabanızla gitmeniz daha karlı olacaktır, böylece araç kira parası ödemek durumunda kalmazsınız, ancak o zaman da Yeşil Kart denilen bir sertifika almanız gerekiyor. İyi araştırın, her sigorta şirketi hazırlamayı bilmiyor.
Sonuç olarak bizim vizemiz vardı, Yeşil Kart ile ilgili bütün işlemleri de dostlarımız yapınca tek sorun Türk Lirası’nın Euro karşısında kaybettiği değer oldu. Birkaç yıl önce iki küsur ile çarptığın Euro’yu bugün 5 küsur ile çarptığında yediğin yemekler boğazından daha zor geçiyor. Ama ne yemekler, birazdan oraya geleceğiz.
Adanın adı aslında Midilli değil, Lesvos; Yunanca’da Lesbos olarak okunuyor. Mitilini adanın en büyük şehri, bir anlamda başkenti. Diğer büyük şehirleri Plomari ve Molivos [Mythimna]. Lesbos, Yunanistan’ın birçok kişinin sandığı gibi ikinci değil üçüncü en büyük adası, son yıllarda Türkiye’den büyük ilgi olduğu için günübirlik turlar epey revaçta, bunlara katılmanızı tavsiye etmem. Biz katılmıştık, sabahtan akşama kadar yaz sıcağında canınız çıkıyor, ne yediğinizi ne de gezdiğinizi anlıyorsunuz. Yani, en az iki gününüzü ayırmalısınız Lesbos’a. Ayvalık’tan saat 09:00’da kalkan feribot sizi 10:30 civarında Mitilini Limanı’na getiriyor; gümrükten çıkmanız saat 11:00’i buluyor.
Peki Mitilini’de ne var? Eğer müze, kale, çarşı gezmeyi sevmiyorsanız; güzel yemek yemenin dışında bence pek bir şey yok. Müzelere sonra değineceğim.
Bütün dükkanlar, sahilin bir arkasındaki uzun arka sokağa dizilmiş. “Türkiye’de bulamayıp da burada bulacağım ne var?” diye sorarsanız, aklıma Kavala kurabiyesi geliyor; Gökçeada’nınkinden de Bozcada’nınkinden de daha lezzetli, insanın ağzında eriyor. Ancak pastanenin sahipleri pek sevimli tipler değil, nasıl oluyor da bu kadar güzel tatlılar yapıyorlar hiç aklım almıyor. Hele bir dondurmaları var ki, bitter çikolatalı sorbesi şahane, sakızlısı da öyle. Tavsiye edesim gelmiyor ama, her gittiğimde uğradığım için ipucu vermeden edemeyeceğim, sahilde yer alıyor bu pastane.
Gelelim yemeklere. Ayvalık feribotundan fırlayanların öğle yemekleri için akın ettikleri salaş bir sokak arası restoranı var, adanın en iyisi, adı Türkçe’de kaldırım anlamına gelen Kalderimi. Ne yiyebilirsiniz burada, her şeyi. Kabak ve patlıcan kızartmaları muazzam, incecik, yağı hiç çekmiyor ve çıtır çıtır. Sizin için mutfaklarına girdim, tarifinin videosunu YouTube kanalımda izleyebilirsiniz. Kalamar adalarda bütün halinde servis ediliyor, ızgarası da var ama benim favorim kızartması; ahtapotta ise ızgaradan şaşmayın. Kalderimi’de domates soslu enfes bir yahni var, ağzında dağılıyor. Pirinçli ve peynirli kabak çiçeği dolması birbiriyle yarışıyor.
Adada dondurulmuş patates diye bir eziyet yok. Ağzınıza tek bir patates kızarması atıyorsunuz hop zamanda yolculuk: 1970’li yıllar İzmir Fuarı, üzerinde “Bon Firit” yazan külah şeklindeki kartonlarda satılan, ketçaplı patates kızarmaları.
Zaman yolculuğu devam ediyor. Yıl 1985, Atina, babam sağ, ailecek çadırla Yunanistan turu yapıyoruz, kampingde bir adam. Annem babam birbirine bakıyor, tanır gibi oluyorlar: “Gaskonyalı Toma mı o, yok canım olamaz, gerçekten o mu?”. İstanbul’un bir dönem ünlü eğlence mekanı işletmecisi ve şarkıcı. Yaklaşıyorlar yanına:
Afedersiniz, siz Gaskonyalı Toma mısızın?
Aaaa, siz Türkiye’den mi geliyorsunuz?
Evet, İzmir’den, biz sizi çok severiz.
Bir muhabbet, paylaşılan anılar, göstermeden akıtılan göz yaşları. Memleket hasreti…
Akşama Gaskonyalı Toma’nın Glyfada sahilindeki restoranına davetliyiz. Kamp hali, bulabildiğimiz en güzel giysilerimizi giymişiz. Atina sahili, İzmir’e benziyor, binaları da öyle. Kordon’da büyük bir apartmanın ilk katında gibiyiz, ince uzun balkonu içeri katmışlar, masaları dizmişler. Gaskonyalı Toma geldi, çok mutlu, biraz sohbet etti, sonra diğer müşterilerle ilgilenmek için masaları tek tek gezmeye başladı. İçten bir ihtimam, sadece bize değil tüm müşterilere. Kısa süre sonra masaya çeşit çeşit meze gelmeye başladı, biz ısmarlamadan. Rahmetli babam, bir şeyimiz eksik olmasın diye hayatı boyunca çalıştı, çok mutlu bu gece; ama ara ara yüzünde tanıdığım o ifade, sonuçta kısıtlı bir para ile kamp yaparak geziyor, yemeğimizi çoğu zaman kendimiz pişiriyoruz, bütçemiz kısıtlı. Bu akşam cebi boşaltıp çıkmayalım buradan ifadesi bu. Hayatımda yediğim en güzel mezeler, kalamarlar, ahtapotlar, balıklar. Ouzo’nun etkisinden mi olacak, yoksa hayatı bazen boşvermek gerektiğinin bilincine varılan o doğal anlardan biri mi bilinmez, memur babam hesap yapmayı unutup kendisini gecenin keyfine bırakıyor.
Geceye dair iki şeyi unutmuyorum, kabak-patlıcan kızartması ki Kalderimi’ndeki ile aynı lezzetteydi ve hesabın ödeneceği an. Babam borcumuz ne kadar diye sorduğunda, Gaskonyalı Toma:
Ne münasebet, sizler benim Türkiye’den can dostlarımsınız. O kadar özledim ki İstanbul’u, siz bana yurdumu getirdiniz.
§
Bizler, suyun iki tarafının nefretle büyütülmeyenleriyiz.
Büyük İzmir Yangını denince, yok Rumlar yaktı, yok Türkler yaktı türünde bir sürü rivayet duyarsınız. Benim annemden, onun da babaannesinden duyduğu tek şey var: Yanan insan ve hayvanların kokusunun havada günlerce asılı kaldığı. Herkesin çok acı çektiği, büyük bedel ödediği.
Yine ve yeniden, suyun öteki yanı değil içimiz yanıyor.
Midilli ile ilgili kısa paylaşım ve videolar için
Blog: memurcocugu.com
Facebook, Instagram, Twitter: @memurcocugu1972