Burada insanların birbirine toslaması, hem fiziksel hem başka şekillerde, çok mümkün. Birbirlerine öfkelenmelerine, kızmalarına, olaylar çıkmasına kağıt üzerinde çok müsait bir ortam varken bunun tam tersine, müthiş dostane ve pozitif bir hava hakim ve bu durum sokaklara, mekânlara, katılımcılara, sanatçılara, personele, hatta yerel kolluk kuvvetlerine kadar sirayet ediyor. Herkes işine bakıyor, görevini yapıyor ve bu festivalin kente kattıklarının bilincinde davranıyor.
Austin’de geçtiğimiz iki gün Festivalin enerjisi yükselerek
devam etti. Birkaç çok iyi, birçok vasat ve bir-iki tane çok kötü
grup ve sanatçı seyrettim. Bu işin, yani müzikte başarma, büyüme,
yırtma işinin gerektirdiği dinamiklerde pek bir değişiklik
olmadığını gözlemledim. Genellikle gündüz saatlerinde gerçekleşen
paneller, sunumların ve özel toplantıların ardından akşama doğru
şehir iyice hareketleniyor ve sanatçılar 100’e yakın mekânda art
arda performanslarını sergilemeye başlıyor. Her iki gün için de
yaptığım programa harfiyen uyabilmenin gururuyla (zira kolay değil,
bazen birbirinden uzak iki bölge arasında mekik dokumanız
gerekiyor), on binlerce adım ve 9’ar saatlik iki günün ardından
kayda değer notları paylaşmak istiyorum.
Ama öncesinde bir başka gözlemden bahsetmek istiyorum; burada
yüzbinlerce kişinin katıldığı, binlerce etkinliğin, panelin,
gösterimin ve performansın gerçekleştiği, nispeten küçük bir
coğrafi alanda (yaklaşık Kadıköy merkez ve Moda’yı içine alan bir
bölge düşünün) yapılan koskoca bir organizasyon söz konusu.
İnsanların birbirine toslaması, hem fiziksel hem başka şekillerde,
çok mümkün. Birbirlerine öfkelenmelerine, kızmalarına, olaylar
çıkmasına kağıt üzerinde çok müsait bir ortam varken bunun tam
tersine, müthiş dostane ve pozitif bir hava hakim ve bu durum,
sokaklara, mekânlara, katılımcılara, sanatçılara, personele, hatta
yerel kolluk kuvvetlerine kadar sirayet ediyor. Herkes işine
bakıyor, görevini yapıyor ve bu festivalin kente kattıklarının
bilincinde davranıyor.
Bu durum yalnızca müreffeh bir yer olmanın sonucu değil,
kanımca, insanların varoluşsal, kişisel ve profesyonel iddialarını
dizginleyerek birlikte ve ahenk içinde davranmayı norm olarak
benimsemelerinin neticesi. Sadece “olmak”, bir sürü kişi için
yeterli ve tatmin edici. Pek kimse küçük dünyaları kendisinin
yarattığı iddiasında yüzmüyor veya yaratamadığının kompleksinde
boğulmuyor. İnsanlar birbirlerine mütemadiyen bir duygusal uyaran
kovalayarak bakmıyor, yaklaşmıyor; yani her saniye yanımdaki
insanın şimdi nesine öfkeleneyim, kurulayım, ya da nesini çok sevip
abartayım, nerden bir kıvılcım olsa da müthiş bir sevinç ya da
büyük huzursuzluk çıksa diye bir dert yok. Ve bence bunun
sıcakkanlılıkla, coğrafyayla, Akdeniz’le falan da ilgisi yok, zira
burada dünyanın dört bir yanından insan var ve birlikte yaşama
kültürünü gözeterek pozitif duyguyu önemsiyorlar. Belki çok bariz
ve üzerine konuşulması gerekmeyen bir konu gibi gelebilir ama
aslında çok temel ve önemli; bir yeri yaşanır veya yaşanmaz kılan
en önemli unsur bu toplumsal psikoloji.
Son iki günde bazı panellere, özel partilere ve birçok grubun
konserine katılma fırsatı buldum. Konserler arasında en
etkilendiğim Chase Shakur adlı bir büyük genç yetenek. Muhtemelen
önümüzdeki yıllarda İstanbul arabalarının camlarından duyacağımız
bu Atlantalı alternatif R&B / Rap şarkıcısı inanılmaz bir
enerji yayıyor. Yılların deneyimiyle ancak edinilen “sahnenin
sahibi” tavrı, performans adamı hali, sesine ve bedenine aynı
derecede hakim iletişim dili, sahnede kendisine eşlik eden ve
muhtemelen prodüktörleri olan iki kişiyle birlikte dört dörtlük bir
gösteri sundu. SXSW’in en popüler sahnelerinden olan Austin City
Limits salonunda RollingStone dergisinin özel gecesinde sunulması
zaten geleceğinin garanti altında olduğunu gösteren unsurlardan.
Evet, sektör hala böyle: Önce hangi etiketlerle yan yana
duruyorsunuz, sonra nasıl şarkı söylüyorsunuz. İkisi de
kuvvetliyse, yürü ya kulum!
Chase Shakur, RollingStone dergisi himayesinde ACL
sahnesinde
Chase Shakur’un Tupac ile herhangi bir akrabalığı olmadığını,
muhtemelen başkaca nedenlerle hissettiği yakınlıktan ötürü
sahne/sanatçı ismi olarak bunu seçtiğini ekleyelim ve kendisinin
sahneye çıktığı salonun hamisi Austin City Limits’ten (ACL) kısaca
bahsedelim. ACL, Amerikan televizyon tarihindeki en uzun soluklu
canlı müzik programı. İlk yayınını yerel bir müzik efsanesi olan
Willie Nelson ile 1974 ekiminde, üniversitenin prodüksiyon
imkanlarıyla yapan program, yıllar içerisinde Austin’in
kültür-sanat ve müzik dünyasıyla özdeşleşerek şehre “Dünyanın Canlı
Müzik Başkenti” (Live Music Capital of the World) namını kazandıran
öncü olay. Bu bilgiler aşağıdaki çerçeveden tercüme gibi görünse de
ACL Austin’de bulunduğunuzda her köşede ve sürekli varlığını
hissettiren haklı bir gurur vesikası. Bir kentin kültürüne,
müziğine ve sanatçılarına böylesine sahip çıkması çok saygıya ve
kayda değer bir şey. Güneyli bir Roots ve Country müzik sanatçısı
olan Willie Nelson ise, aktif olduğu senelerde Amerika ve güneyi
ırkçılık belasıyla kavrulurken oralı bir sanatçı olarak bu yanlışa
ve haksızlıklara baş kaldırmış çok önemli bir isim. Bugün, önünde
onun heykeli buluna ve adını taşıyan salonda siyahi bir yıldız
adayını seyredebiliyor olmaksa bu yolların döne dolaşa çıktığı
aydınlıkların arzıendamı.
Kente kazandırılan kimliklerden
bahsederken, genel anlamda bir futbol ülkesi olarak bilinmeyen
ABD.’nin bu alanda da son yıllarda kat ettiği aşamalara kısaca
değinerek markalaşma üzerine bir panelden bahsetmek istiyorum.
1994’te düzenlediği Dünya Kupası ve bir sonraki kupada (Fransa
1998) aynı gruba düştüğü İran maçlarıyla hatırlanan Amerika
Birleşik Devletleri futbolunun bunlardan 30 yıl sonra “dünyanın en
iyi futbolcusu” Lionel Messi’nin ve başka birçok önemli futbolcunun
oynadığı, son derece gelişmiş ve sağlıklı bir futbol organizasyonu,
yani ligi var. İsmi MLS ve geçen sezon 22 bin seyirci ortalamasıyla
oynandı. Referans amaçlı bir karşılaştırma gerekirse, ayılıp
bayıldığımız, hayatımızı çekip çeviren, genelde altüst eden ve
kendini her fırsatta “futbol ülkesi” olarak tanımlayan
Türkiye’mizin Süper Ligi’nin geçen sezonki seyirci ortalamasının
bunun tam yarısı (10.885) olduğunu belirtelim. Neyse, panelde bu
şehrin de son yıllardaki en hızlı büyüyen popüler markalarından
olan Austin F.C.’nin yeşil-siyah formasının yeşilini üstünde
taşıyan Satış ve Pazarlama direktörü de yer alıyordu. Kültür, sanat
ve teknoloji odaklı bir festivalde farklı kulvarların başarı
öykülerine yer ve ses vermek de festivalin kapsayıcı yaklaşımını
irdeleyen bir başka güzellikti.
Austin Futbol Kulübü’nin de temsil edildiği marka
paneli (AFC)
Austin’de yer gök The Black Keys. Son yılların dünyada en ilgi
gören gruplarından biri olan Akron, Ohio’lu Rock ikilisinin
kariyeri zirvesinde. Gitar ve vokalde Dan Auerbach, davulda Patrick
Carney’den oluşan The Black Keys, iyi müziğin çok basit ve minimal
formda yapılabileciğini, hatta blues ve garage rock janrlarının
böyle icra edilince ne kadar cazip ve etkileyici olabildiğini
kanıtlayan bir enstitü. Yeni albümleri Ohio Players’ın
çıkış kampanyasını kendileri hakkındaki belgesel This Is A Film
About The Black Keys’in SXSW Film Festivali dahilindeki ilk
gösterimine ve açılışına denk getirmeleriyse müzik pazarlamasında
yapılabilecek sınırlı çeşitlilikte numaralardan birine imza
atmaları bakımından önemli ve takdire şayan.
The Black Keys belgeselinin ilk gösterimi film
festivali kapsamındaydıGrubun 22 senedeki 12. Stüdyo Albümü 5 Nisan’da
çıkıyor
Grubun üyeleri bugünlerde bunca işin arasında bireysel olarak
birçok projenin de prodüktörlüğünü üstleniyor. Bunlardan bir tanesi
Dan Auerbach tarafından yapılan Shannon And The Clams albümü. Çok
enteresan bir grup ve çok şey vadediyor. Muhtelif nedenlerle bence
işleri biraz zor, ama umarım anlaşılırlar. Ben de şanslıydım ve
grubun Austin’in ikonik müzik dükkanındaki performansını
yakalayabildim. Ahh Waterloo, evde hissetmek hep çok güzel.
Shannon and The Clams, Waterloo Records’daYazarınız Waterloo Records otoparkında
Bu son fotoğrafın ardından şehrin su kıyısındaki kendine has gün
batımıyla biraz hasbıhal ettikten sonra tüm festivalin en ilgi
uyandıran, her zaman “kalite garantili”, dünyaca imajına, doğasına
ve ne ilginç ki müziğine meftun olunan İzlanda’nın kültürel
dışavurum gecesi Icelandic Airwaves’e geçtim. Bu sene
nedense daha önceki senelerden daha kısa ve dar kapsamlı tutulan
etkinlikte dört sanatçı yer alıyordu. Modern İzlanda müziğinin
bayrak taşıyıcı avant-garde pop şarkıcısı Björk’un ardından gelen
ve ülkemizde de sevilen Sigur Rós, Of Monsters And Men, Ólafur
Arnalds, Emiliana Torrini, GusGus, Sólstafir, KALEO gibi isimlerin
ardından gelen yeni temsilcilere fırsat verilen gecede sırasıyla
Myrkvi, Axel Flóvent, Arny Margret ve JFDR sahneye çıktı.
Aralarında en ilgi çekeni gerçek ismi Jófríður Ákadóttir olan
JFDR alternatif-pop yapan 30 yaşında bir kadın. Geceyi açan Myrkvi
ise yer yer The War On Drugs, yer yer Radiohead, yer yer Coldplay
ve Dire Straits’e çalan Klasik-Modern Rock çizgisinde salınan,
bütün günü Austin’de scooter ile dolaşarak geçirdiklerini anlatan
çok sempatik ve iyi bir grup. Bu gösteriden sonra gecenin sonu
iyice yaklaştı ve ben sonraki günlerden de bir şeyler anlayabilmek
için eve dönmeye karar verdim. Devamı bir sonraki yazıda…
Myrkvi Icelandic Airwaves sahnesinde, bir otelin balo
salonunda