Tabii ki Messi ve Ronaldo konuşacağız!

Dünya Kupası büyük takımlar gördü hiç kuşkusuz ama daha çok futbolcular turnuvasıdır. Gözler hep büyük oynayan ve büyük olmaya namzet futbolcuları arar.

Şenay Aydemir sinesenay@gmail.com

İspanyol romancı Javier Marias, 2000’li yıllara gelindiğinde futbol hakkında şöyle yazmıştı: “Bugün futbol gittikçe daha az edebi an içeriyor, gittikçe daha az coşkulandırıyor, ama hepsinden önemlisi, gittikçe daha az dramatik nitelik kazanıyor. Üstelik, bu spor türünün, emsalsiz oyun akışından, kimseyle mukayese edilemeyecek özel şahsiyetlerinden ötürü bu kadar çok sevgi görmesine rağmen.” (1)

Marias’a çok katılmıyorum açıkçası, İlhan Mansız’ın ‘altın gol’ünde kahramanın cesurca ortaya çıkışını anlatan bir replik, Zidane’ın kafasında bir an için ‘karanlık tarafa’ geçen iyi adamın yarattığı tedirginlik, Iniesta önderliğinde İspanya’nın bir orkestra gibi hareket edişinde çok karakterli bir Balzac romanı tadı, Messi’nin kaybedilen final sonrası duygusuz bir ‘insansı robot’ gibi donup kalmasında distopik bir hava yok muydu? Zafer ve kavga; uyum ve trajedi tam da edebiyatın ortasından konuşmaya devam etti bence dünya kupalarının hikayeleri.

Ama Marias’ı anlıyorum. Herkes için en iyi Dünya Kupası ilk temas ettiğidir. Ondan öncekiler de harikadır ama en iyisi hep odur. Örneğin bu satırların yazarı için gelmiş geçmiş en iyi kupa 1986 Meksika’dır. Hayır, yalnızca Maradona olduğu için değil. Baştan sonra izleyebildiğim ilk kupa olduğu için… Başkaları için de böyledir (onlar öyle zannetseler de en iyisi 86’ tabii ki!!). Bana da 86’ sonrası bütün turnuvalar yavan gelir. Ama yine de içinde büyük hikayeler, özel karakterler barındıran ve futbol hafızamıza unutulmaz anlar bırakan birer tarihtirler.

Marias’a katıldığım bir nokta da var. Futbolun özel şahsiyetlerden ötürü bu kadar sevilmesinin altını çiziyor. Doğru bir tespit. Biraz genişletelim. Futbol özel şahsiyetlerden ötürü bu kadar seviliyorsa, Dünya Kupası da bu özel şahsiyetlerin hikayelerinin toplamı nedeniyle bu kadar kıymetlidir. İster her hafta sonu beş büyük Avrupa ligi üstü Türkiye ligi izleyerek, ister Şampiyonlar ligini dört gözle bekleyerek geçirin bütün bir sezonu; dört yılın sonunda geleceğiniz yer futbolun özel şahsiyetlerinin Dünya Kupası’nda ne yapıp ne yapamayacağını görmektir. Ülke ligleri, Şampiyonlar ligi bir futbolcuyu tarihi bir figür haline getirebilir kuşkusuz ama ‘tarih’ olabilmeniz için Dünya Kupası’nda bir zaferin ya da trajedinin parçası olmanız gerekir. Dünya Kupası en çok da bu yüzden bu oyunun en zirve anıdır. Turnuva boyunca yürüyen Messi- Ronaldo tartışmalarının anlamlandıran şey de budur. Tarihi birer figüre dönüşmüş bu iki futbol devinin tarihin kendisi olmalarını sağlayacak bir hikaye ile ahir futbol hayatlarını tamamlayıp tamamlayamayacaklarıdır bütün mesele. Görünen o ki, ortada zafer yerine bir trajedi var ve bunun ikiliyi tarihin kendisi haline getirip getirmeyeceğini zaman içinde göreceğiz.

Dünya Kupası, dünyanın en iyi takımlarını değil, en iyi topçularını bir arada izleyebildiğimiz biricik futbol mecrasıdır. O yüzden ‘modern zamanlar’dan itibaren de hep onlarla anılmıştır. 1954’te Macaristan, 1974’te Hollanda’nın kupayı kazanamamasına dair hikayelerin odağında Puskaş ve Cruyff vardır. Kendi dönemlerinin en iyisi olan bu takımların trajedisinin ete kemiğe bürünmesinde bu iki ‘özel şahsiyet’in ayrı bir yeri yok mudur? 1982 ve 1986’nın unutulmaz Brezilya’sının trajedisini görmek için Sokrates ve Zico’nun gözlerine bakmak yeterli olmuştur oysaki! 86’, 90’ ve 94’ü Maradona olmadan anlatmaya kim cesaret edebilir. İlkinde ‘tanrı’, ikinci de ‘gözyaşları içinde bir çocuk’, üçüncüde ise bir tragedya kahramanı olarak… 1994 finalinde İtalya’nın kaçırdığı üç penaltıdan hangisini hatırlıyoruz? Tabii ki Baggio’nun kaçırdığını. Çünkü büyük futbolcuların zafer ve trajedileri üzerine yazılır bu kupanın tarihi. ‘Televizyon futbolu’ başlamadan önce Pele’yi dünyaya takdim eden neydi: Dünya Kupası…

Bu yüzden tabii ki Messi ve Ronaldo konuşulacaktı bu turnuva boyunca. Yalnızca nasıl kazanacaklarını değil, nasıl kaybedeceklerini de merakla bekliyorduk. Dünya Kupası’nın yalnızca başarı değil, kaybediş hikayeleriyle de kendisini yeniden ürettiğini bilerek. Messi’nin kendi kuyruğunu yakalamaya çalışan bir kedi gibi çaresiz çırpınışları; Ronaldo’nun takımdan ayrı takım gibi halleri bu Dünya Kupası’nın hafızası olarak taşınacak kuşku yok ki gelecek nesillere. Messi, “finallerin kaybedeni”; Ronaldo, “Sadece Avrupa’nın kazananı” olarak geçecek belki de tarihe…

Dünya Kupası büyük takımlar gördü hiç kuşkusuz (1974 Hollanda, 1982 Brezilya) ama daha çok futbolcular turnuvasıdır. Gözler hep büyük oynayan ve büyük olmaya namzet futbolcuları arar. 1998’e Zidane damga vururken Owen’ın Arjantin’e attığı golü ve turnuva performansını gördüğümüzde nasıl ki “beklenen yeni kahraman bu mu” diye sorduysak; 2014’te Messi ve Ronaldo yine sahadayken James Rodriguez’in parlayışında da aynı şeyleri hissettik. Ama ikisinin de hikayesi büyümedi ‘futbol dilencileri’nin istediği gibi.

“Dünya Kupası, futbolcuların turnuvasıdır”, demiştik. Şimdi, Messi ve Ronaldo’nun devri yavaş yavaş sona ererken; 19’luk Mbappe’nin ışığının parladığını görüp heyecanlanmıyor musunuz? Belki de dört yıl sonra “Mbappe, Fransa’ya Dünya Kupası’nı getirebilecek mi?” yorumlarını okuyacağız. Futbol tanrıları korusun ama belki de o kadar beklemeyeceğiz!

(1) Aktaran İmran Ayata “Niçin Bazı İnsanların Futbolu Sırf Dünya Kupası’nda Sevdiklerine Dair”, Dünya Kupası, İletişim Yayınları, 2002

Tüm yazılarını göster