Üstte, altta, yanda yörede matkap, çekiç sesleri, keski gürültüleri yükseldikçe yükseldi, ortalık toz duman. Yok hayır, yağmur, kar kış gelmeden inşaat işlerine hız vermek değil sözünü ettiğim, ülke nüfusunun hasletlerinden birinden söz ediyorum, ‘milli sporlarımızdan’ biri söz konusu olan. Evet, bir sonraki bahara kadar hayırlısıyla yine yeni bir tadilat sezonunu açtık ülkecek tam gazla.
Bir biçimde eskiyen, iş görmeyen tesisatların yenilenmesiyle, kırılan dökülenlerin onarılmasıyla sınırlı kalmayan ‘yenilemeler, yenilenmeler’. Her yörede büyüklü küçüklü yıkımlarla gerçekleştirilen değişiklikler, değiştirmeler. Eski evler kadar, belki daha fazla yeni evlerde gerçekleştiriliyor bu tadilat ritüeli. Öyle ki yeni alınan yeni evlerin çok azı bu furyadan muaf. Yeniler, orası burası ‘yenilenmeden’ oturulur bir ev haline gelemiyor sanki; kâh duvarlar yıkılıyor, kâh banyolar, mutfaklar, kâh döşemeler değişiyor, kâh dolaplar. İnsanın aklına ister istemez bunun bir kurban etme edimi olabileceği ihtimalini getiriyor. En nihayetinde kanlı ya da kansız israf gerçekleştirilmeden, kurban etmeden ‘kutsal olan’ üretilemiyor. Sanki ‘yeninin’ içerdiği “lanetli pay” sökülüp israf edilmeden, harcanmadan ‘yeni bir mevki’ edinilemez ya da halihazırdaki mevki korunamaz gibi işliyor her şey.
Tadilat faaliyetlerinin yoğunluğu, ülkede inşa edilen evlerin çoğunun gündelik ihtiyaçları karşılamaktan, kullanışlı oluştan, janjanlı olan ve fakat kısa sürede insanın elinde kalan alet ve edevatın kaliteden uzak olmalarıyla bağlantılı elbette. Dolap, evye yükseklikleri ve raf düzenlemelerindeki, pencere, kapı ölçekleri ve yönlerindeki, oda ve koridor oranları ve sıra düzenlerindeki, metal kisvesi altında nikelajla kaplanmış plastik armatürlerdeki işlevselliğin göz ardı edilişi ve daha nice inşa sorunları düşünülünce mevcuttan memnuniyetsizlik doğal görülebilir. Ya da tadilatların ağırlıklı olarak orta sınıflara has oluşu gerçeğinden hareketle söz konusu sınıfın işgal ettiği konumun içerdiği kararsızlığa verilen sosyopsikolojik yanıtlar olarak yorumlanabilir bu değişiklikler, yenilenmeler.
Ancak dikkatlerden kaçmaması gereken bir nokta var. Tadilat faaliyetleri öylesine yoğun ki ve her bir mekânda gerçekleştirilen değişikliklerin aralıkları öylesine sık olabiliyor ki üstelik değişikliklerin yıkma ve yeniden yapmayla kalmayıp ifrata varan düzeyde eşyaların yenilenmesine giden boyutları hesaba katıldığında, mesele sadece evlerin kalite ve işlevselliğiyle estetiğiyle veya orta sınıfların kararsız konumlarıyla başa çıkma yollarından biriyle sınırlı değil gibi. Ya da bütün bunlar sadece yüzeyde, görünür olanlar. Alttan alta ülke sathına yayılmış teskin edilemeyen bir dip huzursuzluk, tedirginlik dalgası hüküm sürüyor. Çok uzun yıllara dayanan onarılamaz yıkıntılara verilen biçare yanıtlardan bir demet bu tadilat iştihası sanki. İçeriğin yoksunluğuna, fakirliğine karşılık bir biçimler parodisiyle oyalanma, ona hapsolma.
Bu tadilat ifratından, arzulanılan ‘kutsallığın’ bir türlü ele geçirilemediği şüphesi doğuyor zihinlerde ister istemez. Evler bir türlü ‘yuva’ kılınamıyor, ‘yuva’ haline gelemiyor, biteviye kurban istiyor mekânları ‘yuva kılmaklık’. “Lanetli pay”ın israfında kalmıyor olan bitenler, sık sıkıya kapatılmış cümle kapılarının eşiklerinden, pencere pervazlarından dışarıya sızan başka şeyler var. Evlerde gerçekleştirilen değişiklerde oyalanmanın temposu, sabrı ve ısrarı, kapıların dışında kalanlara mesafeli oluşla, aldırışsızlıkla ve dolayısıyla hoyratlıkla at başı gidiyor çünkü. Tadilatlarda kendini dışa vuran bir yanıyla bir tür tecrit edilmişlik ve bu yenilerek donanmış tecrit hücrelerinde sakin olma, dışarıda olana zaman ayırma, zahmete girme, onu dikkate alma yani dışarıda olanla canlı bir temas içinde olmaklık gibi hasletleri, farkında olalım ya da olmayalım kemirerek dumura uğratıyor.
Evde evle oyalanma ısrarı, içle dış arasındaki temassızlık ya da sadece maddi bağlantılara indirgenmiş, araçsallaştırılmış ilişkiler yaratması nedeniyle çok arzulanır görülen ‘yuva kılmaklık’tan uzaklaşmak anlamına geliyor. Böylesi bir sebat, ‘için’ dışarıdan daha iyi olduğu sanısına batmış halde evi ve evin sakinlerinin kendisini dışarıdakilere kaptırmak istemeyen bir kâr olarak değerlendirildiği imasıyla yüklü çünkü. Diğer yandan ‘içe’ doğru atılmış her bir haz ve huzur adımı, her iç haz ve huzuru koruma gayreti, dışarıdaki acıların şiddetlenmesinden başka bir anlama gelmiyor. Ve ‘maalesef’ dışarının şiddetlenen acıları ters rüzgârlarla ne kadar ısrarla kapatılmaya çalışılırsa çalışılsın tümüyle tıkanamayan ‘için’ aralıklarından sızıyor, evdeki ‘huzuru’ bulandırıyor. Yanlış yere, yanlış şeylere yönelen korku, horgörü ve hatta nefret, bumerang etkisiyle vuruyor çünkü. Haz ve huzura dehşet gölgesi düşüyor. O dehşet gölgesinin niçini ve nasılından kaçtıkça da –ki bu kaçışta bize yardımcı olan pek çok kanal ve araç mevcut- bir tadilat döngüsü hükmünü sürdürüyor bütün kiri pası, gürültüsüyle. Bu minvalde her yenileme, yenilenme, kesif mi kesif bir yalanlar silsilesine dönüştüğü halde nahoş bir varoluşun mekânı olmaktan kaçamayan evlerin mazereti haline gelebiliyor.
Oysa bir yeri ‘yuva kılmak’, ‘yuva kılmaklık’, en azından bir yanıyla, yaşamı içle dış arasındaki akışlarla en alçakgönüllü, en iddiasız ve en gürültüsüz biçimde sürdürmekle mümkün. Bu da “korkunç olanı gören, ona dayanabilen ve olumsuzluğun avunusuz bilinci içinde yine de daha iyi bir dünya olasılığına bağlı kalan bakıştan” geçiyor galiba.