Tahir Elçi ve Kırmızı Pazartesi

Tahir Elçi cinayetindeki kayıtsızlık kamusal ve resmidir. Siyasal ve yargısal iradenin eksik kaldığı bir vakadır. Yüzleşme imkanının ortadan kaldırıldığı bir hukuk travmasına dönüşmek üzeredir.

Abone ol

Nobel Edebiyat ödüllü Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez, çocukluğunun geçtiği sakin kasabada yaşanmış bir cinayet öyküsünü “Kırmızı Pazartesi” isimli romanında etkileyici usta bir anlatımla aktarır bizlere. Öykünün sonu ilk satırdan verilmeye başlanmasına rağmen okuyucunun soluksuz bir okumadan kendini alıkoyması pek mümkün değildir.

Kasabada yaşayan Santiago Nasar isimli kurban dışında tüm kasaba ahalisi cinayetin işleneceğinden haberdardır ancak kimse cinayetin işlenmesine engel ol(a)mamaktadır. İlginç tesadüfler zinciri ile toplumsal baskı düzenekleri birbirleriyle inanılmaz bir uyum içerisindedir. Öyle ki failler bile birilerinin kendilerini engellemelerini arzulamaktadır ancak derin toplumsal sessizlik failleri kaçınılmaz sona sürükleyecektir.

Kırmızı Pazartesi, bir kriminal öyküyü değil bir toplumsal ruh halini anlatmaya çalışır. Duyurusu önceden yapılmış cinayet planına karşı bir toplumsal özeleştiriye davetiye çıkarır.

TÜRKİYE’NİN PAZARTESİLERİ

Yaşadığımız coğrafya, hafızamızın ve yüreğimizin kaldıramadığı kadar çok ev sahipliği yaptı Kırmızı Pazartesi’lere.

Türkiye’deki Kırmızı Pazartesi'lerin harcında önemli bir hisseye sahiptir yönetsel suskunluklar. O yönetsel makamların dönemsel temsilcilerinin parmak izleri de zaman zaman görülür kıyım süreçlerinde.

Bu köşeye sığmayacak kadar uzundur “geliyorum diyen cinayetlerin” listesi. Hrant Dink’in katledilme süreci silinemeyecek şekilde kazınmıştı zihnimize. Yine yakın tarihte Konya’da yaşanan Dedeoğulları ailesi katliamı, önlenmeyen acı hadiselerden biri olarak yer alacaktı yüreğimizde.

Kürt halkının varlığına yönelik inkara ve reva görülen hukuka karşı itiraz eden ya da söz söyleyen onlarca siyasetçi, yazar, gazeteci, hak savunucusu ve aktivist de payını aldı Kırmızı Pazartesi’lerden. Bazen sistematik bir planla işlendi cinayetler, bazen meçhule karışan faillerle, bazen de saklanma gereği hiç duymayan kimselerle…

TAHİR’İ YUTAN KARANLIK

Şiddetten arındırılmış bir zaman diliminin, barış umudunun toplumsal 'tester'ı olan çözüm süreci, toplumu rahatlattığı kadar söz söyleme imkanını da getirmişti beraberinde. Bu politik ve toplumsal devinimde, fikirler biraz daha olması gereken şekliyle kendini ifade etme fırsatını yakalamıştı.

Çözüm sürecinin resetlenmesi ve sert güvenlik paradigmasına geçiş o kadar kolay olmayacaktı toplum ve yönetici kesimler açısından. Yüzde yetmiş sekizlere varan bir toplumsal desteğin tersine dönüştürülmesi yeni bir iklimi kaçınılmaz kılıyordu. Şiddetin araçsallaşması, bu iklimi ilmek ilmek örüyordu. Bu tür geçişlerde “politik mahallere” titizlikle iletilmesi gereken ölümcül mesajlar hiç eksik olmadı siyasal tarihimizde.

Konjöktürel olarak ekranlarda yer verilen her Kürde atılan pusulardan birinin Tahir Elçi’ye atıldığı o gece, başlamıştı cinayete gidecek yolun tahkimatı.

Kürd’ün mahallesine iletilecek ölümcül mesaj için Tahir Elçi stratejik bir önem arz ediyordu. Hem temsil ettiği kurum, hem mesleği, hem de hak savunucusu kimliğiyle…

Pusunun atıldığı o geceden itibaren hissettiğimiz ama dile getirmeye zorlandığımız bir tedirginlik kuşatmıştı benliğimizi. Çetin coğrafyada yaşayan herkes kötü bir şeylerin olacağını hissediyor, geçmişteki acımasız linç hikayelerine işaret edip yönetsel makamları sağırlık nöbetinden uyandırmaya çalışıyordu.

Tahir’i koruması gereken devletti. Ve yine kayıtsız kalan bir devlet anlayışı yürürlükte idi.

Tarihe, kültüre ve toplumsal barış umuduna yapılan saldırılara dur dediği bir anda dört ayaklı tarihi minarenin ayaklarının dibinde vurdular Tahir Elçiyi. Zaman durdu, zihinler dondu, acı bir yumru düğümlendi boğazlarda…

FAİLLİ MEÇHULLERDEN FAİLİ MUĞLAK CİNAYETLERE

Yaşatmayı başaramamıştık, koruyamamıştık ancak bu kadar aleni gerçekleşen cinayetin failleriyle yüzleşmeyi sabırsızlıkla bekliyorduk.

Cinayetin ilk anından itibaren yönetsel suskunlukların yerini yargısal ihmaller almaya başladı. Diyarbakır’ın orta yerinde gözlerimizin önünde ensesine saplanan kurşunun fail(ler)ini belirsizliğe itecek planlar umarsızca işlemeye başladı.

Kameraların önünde gerçekleşen bir cinayetin faillerini meçhul kılmak olanaksızdı lakin muğlaklaştırmak olanak dahilinde idi.

“Yargısal mizansenin” bütün aşamaları böyle işledi titizlikle. Olay yerindeki kayıp görüntülerin açıklanmaması ve skandal itiraflara karşın ölü taklidinin yapılması planın bir parçası olmasa bile işine yarayan önemli parçalardı.

Dönemin Başbakanının “siyasal cinayet” nitelemesi bile takılacaktı cezasızlık bariyerine. Oysa politik ve toplumsal düzen değişimlerinde hep lazım gelmişti siyasal cinayetler bu ülkenin karanlık dehlizlerine.

Ardışık yargısal isteksizlik aşamaları neticesinde dosyadaki polis sanıklara beraat istendi Cumhuriyetin Savcısı tarafından.
12 Haziran 2024 tarihi, Tahir Elçi davasının karar duruşması…

HER CİNAYET BİR ÖN YARGIYA İHTİYAÇ DUYAR

Tahir Elçi cinayeti, Santiago Nasar’ın cinayetinden daha trajik bir ölümdür. Cinayeti engellememe günahından daha fazla günahla yüklüdür.

Nasar’ın cinayetindeki kayıtsızlık Tahir’in cinayeti gibi sistematik değildir. Yargısal sürecin işlediği 500 sayfalık bir soruşturma raporuna konu olmuştur. Her cinayete ilişkin insanın içini kemiren “kim ve neden” sorularının cevapsız kalmadığı bir ölüm öyküsüdür. Hasılı kelam kayıtsızlık, büyük oranda toplumsaldır.

Santiago Nasar cinayetinin sorgu yargıcı; olayda Santiago’ya izafe edilecek bir kusur bulunmadığı için soruşturma raporunun bir sayfasının kenarına el yazısıyla bir not düşecekti.

“Bana bir ön yargı verin, size dünyayı yerinden oynatayım”

Tahir Elçi cinayetindeki kayıtsızlık kamusal ve resmidir. Hakikat konusunda siyasal ve yargısal iradenin eksik kaldığı bir vakadır. Faillerle yüzleşme imkanının ortadan kaldırıldığı bir hukuk travmasına dönüşmek üzeredir. Tahir’i cinayete kurban eden ön yargı ise “Kürtlük” tür.

Heybemizde taşıyamayacak kadar ağır cezasızlık öykülerimiz bulunuyor bu ülkede. Bir yenisini taşımaya ne takatimiz ne de “sabrımız” bulunmakta.

Umarız, aidiyet duygusunu pekiştiren değerler arasında en önemlisinin “adalet” olduğu bir gün anlaşılır bu ülkede.

*Muş Barosu Başkanı