Basit ve sıradan bir karşılaşmaydı bu. Havanın çok sıcak
olduğunu hatırlıyorum mesela ama hangi mevsim, hatta hangi yıl
olduğunu bile hatırlamıyorum. Ne garip; insan bazı anların sadece
bir kısmını hatırlıyor. Gerisi hafızanın kör kuyularına akıp
gidiyor. Unutkanlık da bir baş etme yöntemi tabii. Fakat hafızanın
eleme yetisini iradenin gücü mü belirliyor, zihnin rasyonalitesi
mi, bilemiyorum.
Ama o kısa anın Tahir Elçi’yi son görüşüm olduğunu biliyorum.
Dik bir yokuşu tırmanıyordum. Bacakları boynumdan sarkan
arkadaşımın çocuğu başını başıma koymuş, kendi kendine bir ninniyi
tekrarlıyordu. Parktaki çamurlu oyundan yorgun düşmüş, uyukluyordu.
İkimizin de üstü toz-çamur içindeydi. Çanta sırtımı iyiden iyiye
terletmiş, dizlerimde derman kalmamıştı. Bu halde yokuş tırmanırken
gördüm onu. Bir arkadaşıyla çok koyu bir sohbete dalmış, bize doğru
iniyordu.
Sokaktan gelip geçeni mercek altına alan kameralar dışında başka
göz yoktu. Üzerinde, öldürüldüğü gün giydiği ceket olduğuna göre
2015 yılı olması kuvvetle muhtemel. Zaten Dört Ayaklı Minare’nin
ayağında uzandığını gösteren fotoğraflarda, üzerinde o ceketi
görünce yokuştaki bu karşılaşmamızı hatırladım.
Yokuş aşağı inen Tahir Elçi gözlerini kısmış, yola değil
arkadaşının yüzüne bakıyor, merakla dinliyordu onu. Arkadaşını da
tanıyordum ama sonradan kim olduğunu hatırlamak ve o anı kendisine
sormak için ne kadar çaba sarfettiysem de beyhude. Kör kuyuda
kaybolan bilgilerden biri de bu.
Yanımızdan geçerken selam vermekten son anda vazgeçtim. Belki de
o yorgun-argın, kir-pas içindeki halimi görsün istemedim. Zaten o
da arkadaşının anlattıklarına o kadar odaklanmıştı ki, beni fark
etmedi bile. O gün onu durdurup sırtımdaki çocukla tanıştırmamış,
“nasıl olsa daha uygun bir zamanda karşılaşırız” diye düşünüp
yanından geçmiş olduğum için her zaman hayıflanacağım. Sırtımdaki
çocuğa ileride “Seni şu sokakta tanıştırdım Tahir Elçi’yle.
Sevgiyle baktı sana, adını sordu. Terli boynumdan sarkan çamurlu
çıplak ayaklarını avuçlarının içine alıp mutlulukla okşadı”
diyemeyeceğim için değil, o son “vedayı” yapamadığım için üzgünüm.
Kaybettiği kıymetlileriyle son kez vedalaşmayı gündelik
mihnetlerden dolayı ıskalayan insanların üzüntüsünü herkes
bilir.
KIYMETLİLERİMİZ SAĞ ÇIKAMADI
1980’lerin cehennemi olan Diyarbakır Cezaevi’nin vahşetinden sağ
çıkmış bir yazara “bizim kıymetlimizsiniz” dediğimde,
“kıymetlilerimiz o cehennemden sağ çıkamadı” yanıtı vermişti. Bu
baştan beri böyleydi. Kıyamadıklarımıza kıydılar. Tahir Elçi en
kıymetlilerimizdendi. Güçlülerin gaddarlığı adalet tutkunu,
ezilenlerin mücadelesi dirençli kılmıştı onu.
Sırtını devletin gücüne yaslamış olanların üstüne üstüne gittiği
o malûm son TV programıyla birlikte kendisine karşı başlatılan
vahşi saldırganlığa boyun eğmeyişi, “sözünün önünde” durmayı
sürdürmesi bundandı. Bir arkadaşımızın tabiriyle “sözünün arkasında
değil, sözünün önünde durmak”tı onunki. Linççi güruhun
saldırganlığına rağmen Diyarbakır’a, halkına, halkının tarihine
sahip çıkmak için Dört Ayaklı Minare’nin yanına gitmesi buydu
zaten.
ELÇİ’YE ZEVAL
Sadece bu değil tabii. O linççi güruhun saldırganlığı Elçi’nin
Diyarbakır’da katledilişiyle sonuçlanmadan bir ay önce, Ekim
2015’te yazdığım “Elçi’ye zeval” başlıklı yazıdan birkaç parça hâlâ
geçerli:
Elçi’nin tehdit ve kovuşturma karşısındaki cesur ve onurlu
duruşunun her şeyden önce ifade özgürlüğü mücadelesi yürütenler
açısından gurur verici olduğunu belirtmek gerekiyor. (...) Bir
düşünceyi ifade etmenin yasaklanmaya başlanması sırasında verilen
mücadelenin bedeli, daha önce kaybedilmiş bir özgürlüğü geri
kazanma mücadelesinin bedelinden daha azdır. O yüzden bir hakkı,
“elbet bizim de günümüz gelir” diyerek kaybetmeyi kabullenmek,
ileriye çok çetin bir mücadele mecburiyetini bırakmaktan başka bir
anlama gelmez.
Tarih, direnmediği için kaybettiği hakları, daha sonra on
yıllarca mücadele ettiği halde geri alamamışların hazin öyküleriyle
doludur. (…)
Tahir Elçi, bir TV kanalındaki ifadeleriyle şu anda sesi
kıstırılan veya kıstırılacak olan herkese bir turnusol kağıdı açtı.
O kağıda atacağınız imza, yarınınızı belirleyecek. Tahir Elçi’nin
ifade hürriyetinin yanında durmaktan imtina ederseniz, kendinize
yapılacak operasyonların pimini kendi elinizle çekmiş olursunuz.
Zira Elçi’ye zevale sessiz kalmak, sözün taşıdığı hakikate sahip
çıkmamaktır.
YOKUŞU TIRMANMAYA DEVAM ETMEK
Ne diyordu Nietzche: “Konuşulmayan tüm gerçekler zehirler.”
Hrant Dink’in, Musa Anter’in, Tahir Elçi’nin, tüm kıymetlilerimizin
gerçekleri konuşmasını engelleyerek zehirliyorlar bizi. Ama Tahir
Elçi’yle karşılaştığımız yokuşta, Sisifos’un direnciyle tırmanmaya
devam ettiğimiz sürece bu zehrin panzehirini üretebilir, sırtımızda
kendi ninnilerini mırıldanan çocuklara kâbussuz yarınlar
yaratabiliriz. Tırmanırken birbirimizle selamlaşmaktan, birbirimize
sevgimizi göstermekten geri durmamalıyız.