Geçtiğimiz günlerde takkeli, cüppeli bir amiralin, bir tarikat evi yani tekke olduğu iddia edilen yerde çekilmiş bir fotoğrafı ortaya çıktı. Ne tarikatın, ne amiralin adı burada tartışmaya çalışacağım izlek bakımından önem taşıyor. Sözkonusu fotoğraf bence tam rahmetli Roland Barthes’in seveceği ve üzerine yazıp, konuşacağı türden bir gösterge. Saussure’ün yolundan giden Barthes, 1957 yılında çıkan “Mythologies” kitabında tam da böyle deneyimini paylaşmış, aşağıdaki Paris Match dergisi kapağının “esasen” neyi anlattığını çözümlemeyi denemişti. Gördüğümüzden, baktığımızda ne gördüğümüzden, neye nasıl baktığımızdan, neyin anlatıldığından, bizim anlatılanı nasıl kavradığımızdan yola çıkarak.
Büyük Barthes’ın ayakkabılarının da bana bir numara büyük geleceğini belirtmeme gerek yok. Hani “Barthes kim, sen kim birader, yaw sen kimsin be?!” demeyin hemen lütfen, zaten onu peşinen kabul ediyorum. Seksenlerin sonunda, doksanlı yılların başında, üniversitede Haşmet Topaloğlu’nun kurduğu sinema kulübünde elimize geçirdiğimiz Peter Wollen’in “Sinemada Göstergeler ve Anlam” kitabını birlikte epey okuyup, üzerine epey de ahkâm kesmiştik. Barthes’a, Barthes’tan Saussure’e filan oradan gelmiştim. Gençlik heyecanıyla göstergebilimde yine ve nihayet bir “anlama anahtarı/kılavuzu” bulduğumu sanmıştım. Hem maymun iştahı, hem beynimdeki gri maddenin kısıtları o serüvenin de sonunu getirdiydi.
Barthes, berber dükkânında rastgele eline geçen derginin kapağında gördüğü fotoğrafı betimler: Fransız üniformasına bürünmüş asker selâmı veren genç zenci*, yukarı doğru çevrili gözleriyle (resimde biz görmesek bile) kuşkusuz üç renkli Fransa bayrağına bakmaktadır. Sonra imgenin anlamını çözümler: Fransa büyük bir imparatorluktur, onun tüm oğulları aralarında herhangi bir renk ayrımı gözetilmeksizin sadakatle bayraklarına hizmet eder ve sömürgecilik varsayımını ortaya atanlara, bu zencinin o varsayılan baskıcılarına hizmet etme gayretkeşliğinden daha iyi bir yanıt olamaz. Anlatılmak istenen, gösterilen budur.
“İzah, mizahı bozar” denir ya, bence de haklıdır. Yazıda da okuru sürekli işaret parmağının ucuna, parmağa değil de işaret edilen yere bakmaya davet sıkıcı. Yine de izninizle bir parantez daha açacağım: Amacım Barthes’ı tanıtmak, malumatfuruşluk taslamak, göstergebilimi hatmettiğimi iddia etmek, hayatımda yalnızca bir yıl o zamanki görevim dolayısıyla bulunduğum Fransa’ya övgü düzmek, vatandaşlığım, oturma iznim, oy hakkım olmayan Fransa’nın cumhurbaşkanı Macron’a gelecek seçimlerde destek vermek değil. Cüppeli-takkeli amiralin kimliğini teşhir edip, onu hedef haline getirmek, “Atatürk’ün kurduğu cumhuriyeti ne hale getirdiler bunlar, hem de bahriyeli, hem de paşa, vah ki vah…” diye dövünmek de değil.
Yapmak istediğim, “tekkede bir cüppeli-takkeli (ve tören üniformalı) amiral” göstergesinin, neyi gösterdiği üzerine bir konuşma başlatmaya çabalamak. Fransa’nın özelliği, o ülkenin III. Cumhuriyetinin, bizim birinci ve şimdilik tek (yoksa şimdiki “başyücelik” rejimi ikinciye mi tekabül ediyor, onu da bilemiyorum) cumhuriyetimize esin kaynaklığı ve hatta düpedüz modellik yapmış olması. Ayrıca, onlar De Gaulle’le beşincisine (tam da Barthes’ın sözkonusu kitabından bir yıl sonra, 1958’de) geçmiş olsa da, anayasalarında bizimki gibi “laiklik” ilkesi yazılı ender devletlerden.
Fransa, belki tüm büyük devletler ve bizim gibi (“aoooo, efendim bizim sırtımızda kambur-mambur yoktur!” –pekiyi, benim büyük dedem de Berlin’de 17 Nisan 1922’de ayağı taşa takılıp ölmüştü) sırtında toplumsal, tarihsel ve güncel kamburları olan bir ülke. II. Dünya Savaşı’ndaki “tuhaf yenilgi” (Marc Bloch) ve hemen ardından gelen Çinhindi ve Cezayir savaşları, darbe girişimleri, Ruanda Soykırımı, Mayıs 1968. Nüfusa oranla ve mutlak bakımdan Müslüman yurttaş sayısı, ABD’deki zenci mahkûm sayısı gibi Müslüman mahkûm sayısının nüfusa oranla çarpıcı yüksekliği. Laiklik, ifade özgürlüğü ve dine küfrün (“blasphème”) suç olmaması ve bu kuralın esasen Katolikliğin devlet yönetiminde ayrıcalıklı olmamasını sağlamaya yönelik tarihsel kökeni.
Konunun, Osmanlı’nın özellikle son dönemlerinde “didâr-ı hürriyet” tutkunlarının Fransa’ya gitmiş olmaları, Fransızcanın yine o dönemde yaygınlaşması gibi boyutları da var. İmparatorluktan cumhuriyete biz peş peşe darbeler, darbecikler ve darbemsiler yaparken, Fransızların 1789’da devrim yapmış olması bir başka boyut. Bugün Fransızcanın kendiliğinden ve sağlıklı bir biçimde küresel dillerden biri olarak yaygınlaşıyor oluşu da bir diğeri. Bu bağlamda, marka değeri bakımından Fransız mutfağı/şarabı, Fransız edebiyatı, Fransız sineması, Fransız yüksek modasıyla da karşılaştırılacak bir yanımız da yok sanırım. Ellinci kere: Hatalı şekiller üzerine dahi doğru akıl yürütmeli.
Nihayet, bugün orada süregiden İslâm ve demokrasi, İslâm ve ifade özgürlüğü, İslâmcılık ve otoriteryanizm, İslâm ve aydınlanma/reform, İslâm ve laik cumhuriyet tartışmaları burada kestirmeden “İslamofobi” başlığı altında yankı buluyor. ABD tarzı kimlikçi özgürlükçülük ve Fransa tarzı evrensel (aydınlanmacı) değerler (eşitlik) tartışmaları, bizi yine bayrağa selâm duran genç zenci Fransız askeri ile tören üniformasının üzerine giydiği takke ve cüppeyle poz veren amiral karşılaştırmasına getiriyor. Üstelik 2022’deki başkanlık seçimlerinde Marine le Pen’in Emmanuel Macron’u mağlup edebilme olasılığının güçlenmesi (ben o görüşte değilim aksine üçüncü, muhtemelen Yeşil bir adayın her ikisini de zorlayacağını, seçilemeyecek olsa da yeni kurulacak hükümeti biçimlendireceğini ileri sürüyorum ama neyse) de konuya bir siyasal kâbus güncelliği katıyor.
Bazı başka göstergeler daha saçalım masaya: Bir dışişleri bakanının, Batılı muhatabın karşısında, heyetine dönüp, “bizde kimin Alevi olduğu bilinmez” demesi ve benim Alevi olduğunu bildiğim heyet üyesinin mütebessim ve çekingen bir edayla özenle cilâlanmış ayakkabılarının burnuna bakışı. Gol attıktan sonra asker selâmı veren milli takım oyuncuları. Lig maçlarından önce bir ağızdan okunan milli marş. Podyumda bir seçim zaferi kutlaması sırasında Şansölye Merkel’in yanındaki Hristiyan Demokrat siyasetçinin elinden eleştirel bir tutumla Alman bayrağını alıp, ortadan kaldırtması. Anlatılan doğruysa, Fethullah Gülen’in soyup, yere attığı portakalın kabuklarını kapışarak, alıp ağızlarına tıkıştıran mutat zevat.
Bir de kitap kapağı anımsayalım: (benim kitabımın da adını koyan) Ruşen Çakır’dan klasikleşmiş “Ayet ve Slogan”. Başka deyişle: Kutsal ve siyasal. Kutsalın ve siyasalın, laik cumhuriyete hizmette, başta askeriye, hariciye, istihbarat ve emniyet olmak üzere, memuriyetteki yeri. Şimdi kaldı mı bilemiyorum ama memuriyette favorilerin kulak memesini, bıyıkların dudak kenarlarını geçmemesi, saçın ensesinin yakayı örtmeyecek kısalıkta olması, ceket-kravat ve sinekkaydı sakal tıraşı zorunluluğu, sakal, küpe vs. takı yasakları vardı. Kulakları çınlasın, beni meslek memurluğu kalıbına döken ilk Daire Başkanım Rafet Akgünay’ın ceketimin yakasına taktığım (altın ve gayet zarif) GS rozetini, bana güzel bir usta dersi vererek çıkarttırdığını anımsıyorum. Talimatla değil, ikna ve izah ederek.
Tören üniformasının üzerine takke ve cüppe giyip tekkede ayine (namaza?) katılan amiral göstergesiyle, başörtüsü nedeniyle üniversitelere alınmayan kız öğrenci imgesini yan yana koyabilir miyiz? Halinden, tavrından bir erkek subayın eşcinsel olduğu çıkarsaması yapılabilir. Önceki dönemde, ABD silâhlı kuvvetleri “sorma, söyleme” ilkesini benimsemişti. Günümüzde insan hakları ve eşitlik ilkesine aykırılığı nedenleriyle bu yaklaşım terk edildi. Doğal olarak, eşcinselliğin askerlik mesleğinde eksikliğe yahut savaş alanında yetersizliğe yol açacağı bir safsatadan ibaret. Bir başka yazımda değindiğim, Amerikan devriminde büyük yararlık gösteren Prusyalı General Von Steuben ilk aklıma gelen örnek. İslâmcı subaya, memura “sorma, söyleme” yaklaşımı? Dindarlık ve İslâmcılık?
Bir erkeğin (o da belki, bazen) halinden, tavrından eşcinsel olduğu ileri sürülebilirken, kadınlar için ne diyebiliriz? Veya başörtüsünün üzerine peruk takıp okuluna giren kız çocuğu ile onun yanında elini kolunu sallayarak kampüse giren sünnete uygun bıyıklı çember sakallı bir erkek öğrenciyi ne yapacağız? Çizgiyi nereden, hangi evrensel hukuk ilkesine göre, hangi kurumlar ve durumlar için çekeceğiz? Murat Sevinç hocamızın yazılarında başka biçim ve bağlamda sürekli anımsattığı gibi, kendi tarihimizin, toplumumuzun biricikliğini, ayırt edici niteliklerini, kendi hamurumuzu nereye koyacağız? “Biz kimiz?” sorusunun yanıtı üzerinde uzlaştık mı? Öyle yaparsak, şu hışır “burası Norveç mi kardeşim?” kafasına nasıl etkin biçimde karşı çıkabiliriz?
Londra Heathrow Havaalanı’nda yan yana dizili pasaport kontrol görevlilerine bakalım. Biri sarışın uzun saçlı her yeri dövmeli beyaz erkek, yanındaki siyah sıkmabaşörtülü zenci kadın, öbürü çekik gözlü Uzakdoğulu, biri “hah bu İngiliz galiba” (!) dedirten yakın gözlüklü toplu teyze, bir başkası esmer tenli, sarıklı, sakallı Sih… Seçme olanağınız varsa, içgüdüsel olarak aralarından hangisine yönelirsiniz ve ne gerekçeyle? Ya dininiz sorulacak olsa yanıtınız ne olur? Yazanı söyleyip geçersiniz. Diyelim Kürtseniz, “pasaportum Türkiye Cumhuriyeti ama Kürdüm yani” gibi yersiz bir açıklamaya girişir misiniz? Buna karşılık Ermeni, Yahudi, Rum, Süryani iseniz “neden benim ülkemin devlet hizmetinde bizden kimse olmuyor?” diye sorgularsınız muhtemelen. Hele cüppeli, takkeli amiral oluyorsa, haydi haydi sormalısınız.
Kibir, sinsilik, müptezellik ve omurga (“intégrité”) boyutları da var. Diyelim hem entelektüellik iddiası taşıyan, hem üst düzey devlet görevlisi olan bir İbrahim Kalın, Ruşen Çakır’ı arayıp “Ayet ve Slogan diye çok okunan bir kitap yazmışsın, ilk baskısı da maşallah yirmi yıl olmuş, geleyim MedyascopeTV stüdyosuna da aslanlar gibi tartışalım şu konuları, cümle halklarımız ve yedi düvel izlesin” diye meydan okur mu? Ne olağandışı geldi kulağa değil mi, bu denli sıradan sayılacak bir söyleşinin hayalini kurmak. “Pusu kurmayı, düello yapmaya yeğlemek” geleneğimizle, “kültürümüzle” bir ilintisi vardır belki bunun, bilemiyorum. Ayrıca siz hiç “FETÖ de FETÖ, işte buradayım, gelin yüz yüze tartışalım” diyen bir Gülen müridine denk geldiniz mi?
Aynı bağlamda, muhalefetin dindara yaranma eğilimini, daha milliyetçi, en öz Müslüman olma yarışına girmesini nereye koyalım? Bin yıldır haftasonları karşılıklı rakı içtiğiniz eski meslek arkadaşlarınızın “hayırlı cumalar/kandiller” mesajlarını, mevlit okutmalı 15 Temmuz anmalarını sosyal medyadan paylaşmaları vb. öze dönmenin ve/veya özgürleşmenin mi, derin çürümenin mi belirtileri? “Ay o günler, o günler, şimdi yabancı gibiler” mi, yoksa o eski dostlar sanki biraz yalancı gibiler mi? Fransız bahriyesinde sakal da serbest, şarap da. Ama duvara haç asmak yasak. Bizim yerli ve milli amiralimiz de takkesini, cüppesini tören üniformasının üzerine giyip tekkeye gitmiş. Onun yerine gizli, kapaklı, gecenin karanlığında, adeta Ku Klux Klan toplantısına gider gibi mi gitseydi adam namazını kılmaya?
Bir zamanlar, acil bir gelişmeyi görüşmek ve talimat almak için Büyükelçi-Genel Müdür’ün odasına kravatı gevşetilmiş, kolları sıvalı dalan daire başkanı “hayrola, güreşecek miyiz?” yanıtı alıp, ağzını açamadan kös kös kendi odasına dönmüştü. Üniformanın bir onuru, kurumun bir kültürü, cumhuriyete hizmetin bir vizyonu olsa gerek. Bu cafcaflı sözlerin yanı sıra bir de meslekte yükselmenin esasları var. Dengesi, denetimi belirli başkanlık rejiminde üst düzey bürokratların görevlerinden kendilerinin ayrılıp, sıralarını bekledikleri de geçerli. Yarınlar hiç olmayacakmışçasına taklacı güvercinlik ise gayet bize özgü galiba.
Atatürk, Batı’yla alanda savaşıp, ardından barışmayı, barışı kurmayı, kin tutmamayı becerebilen bir liderdi. Mandacılıkla ve kapitülasyonların kaldırılması için de kıyasıya mücadele etmişti. Bu kadarında hepimiz mutabıkız sanırım: Kurtuluş ve kuruluş. Bu da (günahıyla, sevabıyla) bir inşaat vizyonu demek. İnşaat vizyonu için de donanım, birikim, deneyim ve karakter gerektiği açık herhalde. Oysa moderniteyi uyarlama girişimlerinin ucu hep yozlaşmaya çıkıyor. Hem Karaköse, hem şoför mahalli, hem bedava olmuyor. Ya “olduğu gibi tercüme edin kardeşim şu İsviçre Medeni Kanunu’nu, koyalım oraya geçelim” demek, ya amiral üniformanızın üzerine takke ve cüppe giyip, tekkeye gitmek durumunda kalıyorsunuz. Üçüncü halin olmazlığı bu.
Yargı dağıtmıyorum. Soru soralım, tartışalım, konuşalım, cumhuriyetimizi yaşatacak kuralları belirleyelim, açık olalım, kartları açık oynayalım diyorum. Düşünmeye cüret edelim. Bugün yolsuzluğa israf diyenin yarın cumhuriyet ve liyakat anlayışından ne çıkacak, varsa ortak gelecek nasıl biçimlenecek onu da bir gün göreceğiz herhalde. Yakın tarihimizden kalan, kirletilmiş ve içi boşaltılmış, artık nadiren kullanıldığında pek demokrat muhalifleri yerlerinden sıçratan iki terimi ısıtıp, yeniden servis ederek bağlamış olayım sözümü: “Açık Toplum” ve “İkinci Cumhuriyet”. Laiklikten ve eşitlikten ödün vermeden. İleri demokrasi adı altında, doğu despotluğunu topluma itelemeden. Devlet ve yurttaşlık tanımları üzerinde uzlaşarak.
*Özgün metinde "nègre"