Sizin oralarda havalar nasıl? Bizim Ankara’nın havasından söz edeyim bugün. Hep konuşuluyor, mevsimler yer değiştirdi. Yaz öyle geç geldi ki Ankara’ya, sanırsınız suçunun farkında, gündüzleri ılık bir bahar havasıyla telafi ediyor su baskınlarıyla, tropik fırtınalarla boğuştuğumuz haziran ayında bize ettiklerini. Şimdilerde çınar ağaçlarının sararıp dökülen yaprakları olmasa, sonbaharda olduğumuzu, bizi belki de her zamankinden daha ağır geçecek bir kışın beklediğini anlamayacağız. Haftasonu çocuklarla gittiğimiz Ahlatlıbel Atatürk Parkı’nda hiç unutmayayım diye hafızama iyice kaydettiğim görüntü, belki zor geçeceği şimdiden belli olan önümüzdeki birkaç ay boyunca direnme gücü verecek. Yemyeşil çimenlerin üzerine uzanan, ağaçların altında, banklarda oturan, top oynayan, piknik yapan, uçurtma uçuran, bisiklet süren genç, yaşlı, çocuk onca Ankaralı, hayatın olduğu gibi akıp gittiği bir bahar gününün resmi… Dokunmasalar, biz sıradan insanlar, öyle yaşayıp gideceğiz. Yine de atmosfere sinen, fısıltılarla çoğalan bir tedirginlik, bir gerginlik var. Biliyoruz, kış çok yakın. Ardından bahar yeniden gelebilecek mi?
Putin’in kısmi seferberlik ilanı ve nükleer tehdidiyle Rusya-Ukrayna savaşındaki gerilimin varabileceği yerin belirsizliği bu kışın zaten sert geçeceğinin işaretiydi. İçeride ise tüm dünyayı etkileyen gıda ve enerji krizinin yanlış ekonomi politikalarını sürdürmekte ısrarla direnen Türkiye ekonomisini çok daha kötü etkileyeceğini tahmin etmek için “ben ekonomistim” demeye gerek yok. Zenginlerin daha zengin, orta sınıfın yoksul, yoksulların daha yoksul olacağı günler yakın. Bakmayın iktidarın seçim öncesinde kirasını, elektrik, doğalgaz faturasını ödeyemeyen, çocuğunun okul ihtiyaçlarını karşılayamayan dar gelirlilere yılda iki kez zamlanarak öde öde bitmeyecek taksitlerle 20 yılda TOKİ’den ev sahibi olma hayali pazarlamasına. O hayal bu kış bizi ısıtmayacak. “Biz enflasyonu çok da şey etmiyoruz” diyenlerle paradan para kazananlar dışında, hayatını çalışarak kazanan herkesi etkilemeye devam eden geçim krizi, daha da ağırlaşacak. Haftasonu ziyaret ettiğim parktaki o pastoral tablonun zihnime kazınması belli ki tam da bu sebeple. Bir tür fırtına öncesi sessizliği. Bu sessizliğin içinde tedirgin bir bekleyiş var. Kıştan sonra bahar, baharda, bilemedin yazın ilk günlerinde seçim var.
Elbette Türkiye’de yaşıyorsanız, her seçim öncesinde atmosferin gergin olmasına, iktidarı olsun muhalefeti olsun çekişmelerin sertleşmesine, toplumdaki kutuplaşmadan, hoşgörüsüzlükten, nefretten oy devşirme siyasetinin uç noktalara taşınmasına alışıyorsunuz. Bunun da etkisiyle her seçim kritik, her seçim memleket için bir dönüm noktası, her seçim iktidar ve temsil ettiği her ne ise onun için bir var kalma mücadelesi. Baksanıza, 2015’ten bu yana sandık ne zaman kurulsa, bize bu seçim bir başka, “Türkiye’nin kaderini oyluyorsunuz” deniyor. Elbette 7 Haziran-1 Kasım arasındaki korkunç şiddeti yaşamış, OHAL şartlarında anayasa değişikliği referandumu yapmış, aynı şartlarda, üstelik adaylardan biri tutukluyken ve kampanyasını cezaevinden sürdürürken cumhurbaşkanı seçmiş, 2019’daki yerel seçimlerde İstanbul’un belediye başkanını seçmek için aynı zarfa koyduğu dört oydan üçü geçerli, biri geçersiz sayılmış seçmenler olarak, biliyoruz ki bu ülkede sandık her şartta kurulur ama sandıktan çıkacak sonucun seçmenin iradesini yansıtabilmesi, hep seçmenin o sandığa gitmesinden daha başka şeylerin gerçekleşmesine bağlıdır. Bazen sandıklar açılana kadar oy kullandığınız yerin kapısında nöbet tutmanız, bazen oy çuvallarının üzerine oturmanız, bazen de birkaç ay içinde -başınıza bir iş gelmediyse- tekrar ve tekrar sandığa gitmeniz gerekir.
Şimdi bir kez daha kıştan sonra seçim geldiğine göre, bu seçimin bugüne kadar yaptıklarımızdan neden daha önemli, daha kritik, daha kırılgan olduğunu konuşma vakti. Baksanıza, henüz 2021 yılının Kasım ayında Cumhurbaşkanı Erdoğan seçimleri muhalefet kazanırsa Türkiye’nin sonu belirsiz bir kaosa sürükleneceğini söylüyordu. 2022 Temmuz'unda “bu seçimin telafisi olmadığını, AK Parti kaybederse ülkenin kaybedeceğini” anımsatıyor, ağustos ayında partisinin kuruluş yıldönümünde kurucularına bir mektup göndererek 2023 seçimlerinin kritik öneme sahip olduğunu hatırlatıyordu. Aynı şekilde, muhalefet tarafında da 2023’te yapılacak seçimin ne kadar hayat-memat meselesi olduğunu dinledik durduk. Daha birkaç gün önce Meral Akşener “bu bizim parlamenter sistemle yapacağımız son seçimdir, bu seçimi almak durumundayız” dedi. Gerçekten son seçim mi olur bilinmez, iktidar giderek yalnızlaşsa bile, çeperinde beslenen, nemalanan hiç de azımsanmayacak bir grup insan, 2015 yazında, 2019 baharında yaptığının aynısını yapmaya kalkışabilir. Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tura kalması durumunda, bambaşka bir tabloyla karşılaşabiliriz. Seçimin muhalefet için çantada keklik olmadığını herkes söylüyor. AKP bir kez daha, şu ya da bu yolla bu seçimi kazanabilir. Sonrasının İslami tonunu daha da artıracağını tahmin etmenin zor olmadığı otoriter rejim için bir konsolidasyon dönemi olacağı ortada. Bu konsolidasyonun çoktandır dillerde kalan demokrasi ve özgürlüklerin, hatta devasa bütçesiyle her konuda fetva veren diyanet işlerinin de katkısıyla açıkça ihlal edilen laiklik ilkesinin tümüyle yok edilmesi yönünde olacağını tahmin etmek de zor değil. O parkta, kendi halinde bir pazar öğleden sonrasını geçiren insanların tedirginliği biraz da bundan değil mi? Konserler, festivaller, kitaplar yasaklanırken, sanatçılar, aydınlar, haklarını savunan kadınlar ve LGBTİ+’lar düşman ilan edilirken, kara kış gelmek üzereyken, CHP’li Çankaya belediyesinin Ankaralılara sağladığı, güneşli bir günü huzur içinde geçirebilecekleri küçücük bir kamusal yaşam alanının bunca kıymetli olmasının bir anlamı yok mu?
Kastım, muhalefetin 2023 kampanyası için stratejisini yaşam tarzları siyaseti üzerinden kurması değil. Ama herkesin yaşamının ve yaşam tarzının bir diğerininki kadar önemli olduğunu teslim etmeden, -mesela tıpkı kadın hakları gibi LGBTİ+ haklarının da insan hakları olduğunu telaffuz etmeden- sırf muhafazakâr seçmenin gönlünü almaya yönelik bir stratejiyle bir yere varabilseydi, 2014’teki ekmek için Ekmeleddin vakası yaşanmazdı. Her şeyden önce, 2023 seçimlerinin gerçekten neden bu denli kritik olduğunu seçmene anlatabilmek adına, tam da şu anda, aynı masa etrafında buluşan 6 partinin tıpkı hafta sonu kurulan Emek ve Özgürlük İttifakı gibi kendisine 6’lı masadan başka bir isim bulması önem taşıyor. Bir masanın, tek başına, etrafında kim oturursa otursun ne gibi bir vaadi olabilir ki? Sadece Cumhurbaşkanlığı seçimi için bile olsa, eğer bir ittifak kurulmayacak, sadece masa etrafında oturan partiler olarak kalınacaksa, aday gösterdikleri kişi seçimi kazandığında tam olarak neyi değiştireceklerini seçmene nasıl anlatacaklar? Henüz aday tartışmasının dahi ötesine geçememiş gibi bir görüntü veren ve soyut birtakım ilkeler yerine 2023 sonrası için ortak yol haritasıyla seçmenin karşısına çıkamamış bir “yuvarlak masa” var bir yanda. Bu yuvarlak masanın bir yerinde adaylığı açıklanmayan ama aday olduğu anlaşılan Kemal Kılıçdaroğlu oturuyor. Adeta cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasını tek başına ve kendinden beklenenin çok üzerinde bir performansla yürütüyor. Hemen yanında “ben başbakan olacağım” diyen Meral Akşener. HDP’nin de içinde olduğu Emek ve Özgürlük ittifakının desteği olmadan, en azından birincisinin hedeflerine ulaşması hemen hemen imkânsız görünüyor. İkincisinin cesur çıkışlarına rağmen partisini ve seçmenini bu ikinci ittifakın desteğiyle hareket etmeye ikna etmesi ne kadar mümkün olacak? Çok soru, çoklu denklemler, ikircikli bir hava… Tam seçim atmosferi. Hele şu kış bir geçsin. Bahar hep gelir.