28 Aralık. Roboski günü. 28 Aralıklardan yeni yılların ilk günlerine kadar olan süre, Roboski zamanıdır. Tam teşeküllü âyinin yıldönümleri.
Dönemin başbakanı, yarısından fazlası on sekiz yaşın altındaki otuz dört insanın jetlerce bombalanıp paramparça edilmesi üzerine ettiği sözlerle, önce asıp sonra yargılamayı öngören Vahşi Batı hukukunu savunmuştu dolaylı olarak: “Zaten giyim kuşam hemen hemen aynı. Silahlı Kuvvetler, bu Ahmet midir Mehmet midir, bilemez ki.” Hem “sandıklarda ne var, o da bilinemez”di, hem “orası da bir terör bölgesi”ydi. Ankara’nın karanlık dehlizlerine giden yolun bildik tarifi. Genelkurmay’a teşekkür: Dehlize giden yolun başında kenara çekilip “önden siz buyurun” nezaketi göstermek gibi bir şey. Hepimiz nereye buyurulacağını ister istemez daha anladık. Anlattılar.
Bir ara Fethullahçı “muhalif” safları güçlendireceği umularak söz konusu teşkilatın sözcülerince dışkısında boncuklar aranan faşizan içişleri bakanı, ölenleri “terör örgütünün figüranları” olmakla suçlamıştı: “Bunlar bu olayın sadece figüranlarıdır. Büyük film, bölücü terör örgütünün yönettiği kaçakçılık olayıdır. Örgütün gelir kaynağında figüranlık yapan otuz dört tane gencimiz, insanımız da hayatını kaybetmiştir, olay budur.” Roboski’de kaçakçılığın bölücü terör örgütüyle filan alâkası yoktu. Çapı, yöntemi, getirilen satılan malzeme, böyle bir çarka uygun değildi. Orada on yıllardır nasıl geçinildiğini başta devlet pek iyi biliyordu.
O bakan, kalpsizlik koşusunda ipi göğüslemek için onca didinmesine rağmen, o kadar kifayetsiz ve kof bir içerikti ki, şekli kanımızı yeterince donduramıyordu. Kanımızı hayat tarzına ve bireysel mutluluk ve özgürlüğüne pek düşkün büyükşehir ahalisi donduracaktı: Sokaklara kurulu dev ışık-ses tesisatlarından salınan o kötü, o pis, o zehirli umursamazlık, vicdansızlık enerjisinin saldığı sıcaklıkla, hep karlı hep soğuk hep karanlık patikaların çok uzağında, durmadan değişen rengârenk ışıklar içerisinde, havai fişeklerin patırtısının düşen bombaların sesini örttüğü, parıltısının katırları ve kaçağa giden Kürt gençlerini göz gözü görmez karanlıklarda bıraktığı banane banane âleminde omuz silkerek, hoplayıp zıplayarak, kafa bularak.
Büyükşehir ahalisine gelene kadar, diyeceksiniz, hiçbir yetkilinin aklına gelmedi mi acaba yas ilan etmek veya en azından, saygıdır, merhamettir, acı paylaşmaktır, diyerek eğlencelerin göze sokulmamasını istemek? Geldi. Bahse girerim, geldi. Dediler ki, bırakalım meyler aksın seller gibi, vurulsun davullara, başlasın şenlik! Katliamı en iyi ötekilerin vurdumduymazlığı örter. Sokaklarda eğlence ortamlarını hazır eden belediyede hakim görüş de “sıkıntı yok”tu belli ki.
Bu toplum çok defa bölündü, bölüneceği kadar bölündü de, bir Hırant’tan sonraki bölünme daha bildik bölünmelere benzemez, bir de Roboski’den sonraki. Sivas Katliamı’ndan sonra Alevi ileri gelenlerinden biri, “yetkililer üzüldüklerini açıklasınlar” mealinde bir söz söylemişti; aklımdan hiç çıkmaz. Roboski’den de, “canım, o kadar yüksekten Ahmet’i Mehmet’i nasıl ayırt etsinler!”den bile daha fazla, televizyonlarda dakikada kırk defa tekrarlanan “coşku”-“coşkuyla kutlanıyor” münasebetsizliği kaldı. Kulaklarımdan gitmez bunlar. (Roboski filmimin, Ağlama Anne, Güzel Yerdeyim’in başlarında, bunlardan yapılma ses kolajı var, ölenlerin evlerinin sessiz, durgun görüntüleri eşliğinde; dinlemenizi/izlemenizi çok isterdim.)
Keyfî zorbalığın hükmettiği bir vasatlık, cehalet, hoyratlık, saldırganlık, hak tanımazlık rejimine sürüklenmenin karşısındaki en ciddî engel, hak-hukuk, özgürlük ve demokrasi değerleri gelişmiş ahali olabilirdi. Bu ahali dünyada genellikle büyükşehirlerde bulunur. Karşılıklı saygıya, birbirinin hakkını sınırını gözetmeye dayanan, herkesin kendi özgürlüğü konusunda titiz, başkasınınki karşısında saygılı olmayı bizzat içinde yaşayarak öğrendiği şehir hayatının, şehir âdâbının, kalabalıklara toplum olmak için gerekli özellikleri kazandırdığı varsayılır. Peki, kazandıracağı umulur, diyelim. Kültürle sanatla ilişkili, okuryazar büyükşehir ahalisi, ülkelerin manevî zenginliğine en çok katkı yapması beklenen kesimdir.
Öte yandan, bizimki gibi, halkın büyük çoğunluğunun televizyon karşısında yaşadığı ülkelerde, her ne kadar artık iyice sıskalaşıp duvarlara yapışsalar da odaların orta yerindeki mevzilerini terk etmeyen, ev yaşantılarının merkezinde tuttukları yeri asla kaybetmeyen o ekranlardan göğsümüze, bağrımıza ve maalesef beynimize saçılan tohumlar, neyi nasıl hissedeceğimizde başrole talip saldırgan tümörler haline kolayca geliverebilirler.
Roboski ertesindeki yılbaşı gecesi, sokakta dans edecek kıvamdaki büyükşehir ahalisiyle televizyona talim eden orta ve alt-orta sınıf arasında o özlenen muazzam büyük buluşma gerçekleşti. Toplum, bombanın sıcağından kızışmış toprağa vicdansızlık harcından iki direk dikti, umursamazlıktan halat ördü, gerdi, alev alev yanan kayalar kıyamet belirtisi midir diye kafayı çevirip bakmadan, kömürleşmiş cesetlerin üzerinden hoplaya zıplaya geçti. Şuursuz televizyon spikerleri “coşku coşku!” diye haykırırken, havai fişeklerin patırtısı kuruyemiş çıtırtısına karıştı.
Yöneticiler, “oldu bir yanlışlık, ama olur, biz devletiz,” dediler, “şüphe varsa öldürürüz, neme lazım, hakkımız”. Yani “sıkıntı yok”tu. Henüz tamamı bir sonraki iktidarın propaganda aygıtına dönüşmemiş haliyle medya, on iki saat kadar “devlet ne diyecek, ters düşmeyelim” diye bekledi. Olay Kürt köyünde geçiyordu; mesele “kız oğlana varmamış”tan, “kiracı kirayı ödememiş”ten ibaret de olsa kafana göre takılamazdın. Bakalım devlete göre sahiden kız mı oğlana varmamıştı? Ya ev sahibi teröristse? Devletten münasip işareti aldığında medya, yöneticileri seveniyle sevmeyeniyle, coşkulu yılbaşı kutlamaları moduna geçti. “Sıkıntı ne ayol!” dedi. Yöneticileri hiç ama hiç sevmeyenler, “eşek atı becerir, katır olur”dan girip, “silah taşıyorlardı”dan çıktılar. “Sizsiniz ulan sıkıntı!” dediler. Ve yöneticileri sevmeyen ahali sokaklarda dans etti. Sıkıntı sahiden de yoktu.
Bugünkü keyfî zorbalık rejimine nasıl bir çırpıda, neredeyse kayda değer engelle karşılaşılmadan geçiverdik? Bugünün temellerini geçmişte arayana, kolayca geçivermeye imkân sağlayan sıçrama tahtalarına işaret edene büyükşehir muhalif camialarında yapılan muamele genel olarak, “seni eşek becersin de katır çıksın!” sözleriyle tasvir edilebilir. Oysa hak-hukuksuz, adaletsiz, yasasız bir ucûbe rejime ve bütünüyle toplumun esir edilmesine, değersizleştirilmesine, haysiyetsizleştirilmesine dayalı devlet-toplum ilişkisine sürüklenmekten kurtulup onurlu bir insanlık durumuna geçebileceksek, o temelleri, basamakları tespit ve imha edebilmek hayatî. Haysiyetimizi yeniden kazanmamız mı gerekiyor? Yoksa yanar döner ışıklar ve yüksek volümlü müzik ne kadar saklasa da aslında pekâlâ haysiyetsizce bir hayat mı sürüyorduk katırlardan uzakta?
Jeopolitik hesaplarından, ekonomik istatistiklerden, siyasî tahlillerden haysiyet derleyemeyiz. Etrafımızda haysiyetler çiğnenir, un ufak edilirken haysiyetli olamayız. Olamazdık.
Roboski ve onu izleyen yılbaşı günlerini bütün yönleriyle bir arada düşününce içimden geçen şu sorudur: Layığımızı mı bulduk?
Belki de özel suçlular veya aymazlar değilizdir. Basit ve ilkel zaaflarla mâlûlüzdür belki yalnızca. Bizim kabileden olmayanın yediği haltın veya başına gelenin bize dokunmadığını sanıyoruzdur. Haritada memleketin İstanbul’a en uzak yerlerinden sayılacak Roboski’de bombayla un ufak olan kayanın parçaları sanki minik böcekler gibi birden oldukları yerden havalanıp sonra aynı şekilde oraya çöküyorlar. Oraya çökmüyorlar. Gelip bizim de bir yerlerimize saplanıyorlar. Ha, hissetmedik, diyeceksiniz. İşte ben de onu diyorum.
Onu hissedemiyorsak en iyi ihtimalle böyle yaşarız. Neyimizi ne vakit elimizden koparacaklarını bilmeden.
Hoş, haysiyet gittikten sonra kalan neye benzer..?
Yok tabiî böyle soru. Sıkıntı yok.
İyi seneler.