Bir şeyi çok, ama neden çok isteriz? İstemeyi çoklaştıran, onu kaşıyan dinamikler neler? Her halde bir şeyi çok istememiz, ondan yoksun olmakla, onun eksikliğini hissetmekle ilgili olmalı. Ama ihtiyacımız olan kadarına değil de daha fazlasına yöneliyorsak başka bir eksiklik söz konusu. Asıl onu gidermek peşindeyiz. Ne olabilir bu?
Tamahkârlık: Neredeyse tatmin olmayan bir iştah, dindirilemeyen bir susuzluk. Mala-mülke, şöhrete, hakim olmaya bir susuzluk. Bunlara bir de onuru eklemeli miyiz? Belki, her ne kadar şöhretle ilişkisi varmış gibi görünse de bir farklılık var aralarında, hatta biraz ayrıntılandırıldığında tamahkârlığın dinamiğine uymayan yanlar içeriyor sanki onur.
Gündelik dilde tamah etmek, pek olumsuz çağrışımları olmayan bir yönelimi ifade ediyor ve çoğun heves etmekle aynı anlama gelecek şekilde kullanılabiliyor. Aralarında etimolojik olarak farklılıklar var oysa, bir özellik açısından ortaklaşıyorlar ama. Tamahın kökü 'tama' ve anlamı aşırı istek, heves ise gel geç istek anlamına geliyor. Ortak özellikleri, istek anlamında akıl harcı olmamaları, yani akli olanın devre dışı kaldığı yönelimler olmaları. Tamah eden tamah ettiğinin peşinde delice koşarken, heves eden heves ettiğini elde etmeyince ondan yüz çeviriyor, bir başka şeye yöneliyor. Her ikisinde de akli olana kapalı olmaları nedeniyle bir iradesizlik, bir iktidarsızlık kendini açık ediyor gibi.
Bir yönelim dedik tamah için, bakılınca üçlü bir bileşeni içerdiği aşikâr: Yönelen, buna ‘kendi’ ya da ‘ben’ de diyebiliriz, yönelinen şey, buna da arzu nesnesi demek mümkün, bir de bu ikisi arasındaki ilişkiyi onaylayan, takdir eden biri, birileri var.
Bir şeyi çok, ama neden çok isteriz? İstemeyi çoklaştıran, onu kaşıyan dinamikler neler? Her halde bir şeyi çok istememiz, ondan yoksun olmakla, onun eksikliğini hissetmekle ilgili olmalı. Ama ihtiyacımız olan kadarına değil de daha fazlasına yöneliyorsak başka bir eksiklik söz konusu. Asıl onu gidermek peşindeyiz. Ne olabilir bu? Sanki şöyle bir şey var: Eğer çok istediğimiz şeyi elde edersek ‘tam’ olacağımızı sanıyoruz. Yani tam olmak üzerinden düşünürsek demek ki tamah ettiğimiz şeyden ziyade ‘kendi’ denilende, ‘ben’ denilende bir gedik var. Dolayısıyla da farklı şeylere, arzu nesnelerine tamah etmenin tek bir şeye tamah etmeye indirgenebileceği ortaya çıkıyor sanki; mal-mülk de, şöhret peşinde koşmanın da hakim olma, güç peşinde koşmanın tali halleri, yönelimleri olduğunu söylemek mümkün pekala. Burada yeri gelmişken onur üzerinde biraz duralım ve tamah etmenin nesnesi olup olmadığına bakalım. Onur, kişinin yaptıklarının ve onları nasıl yaptığının bizzat bu konuda ehil olanlarca, bir anlamda üstat kişilerce takdir edilmesidir ve bu onu şöhretten ayırır. Çünkü şöhret, sadece ehil kişilerle sınırlı değildir, ötesine geçer. Hatta ehil olanları duymazdan gelip denklemden çıkarabilir. Şöhret bu vasıflarıyla olsa olsa onurun zeminini kaydıran aşırılıktır. Kişi elbette onura ulaşmak için çaba harcayabilir, ancak bu, onura tamah edildiği anlamına gelmez. Ve fakat kişi hırslanabilir. Nabza göre şerbet yoluna gidebilir, onurlandıracak olanların gururlarını okşayacak tarzda davranabilir. Ancak, bu tür hal ve gidiş bıçak sırtı gibidir. Ölçüyü kaçırma risklidir ve makul olmayı gerekli kılar. Üstelik onura talip olanla onurlandıran rakip değildir, aralarında bir tamamlayıcılık ilişkisi vardır. Rekabet aynı şeyin peşinde koşanlar arasındadır asıl olarak. Ölçülülüğün, akliliğin iş görmediği durumlar ihtimal dahilinde olabilir elbette. Yine de onurun tamahkârlığın nesnesi olması oldukça tartışmalıdır.
Tamahkârlığın bu iki bileşeni, yani tamahkâr ile tamah ettiği şey arasındaki ilişkiye bakınca, araçsallaştırma ve şiddetle yüklü olduğunu kolaylıkla çıkarsamak mümkün. Bir şeyi çok istemek, onu her hal ve şartta elde etmeyi getiriyor, her hali ve şartı onun penceresinden değerlendirmeye ya da ona tabi kılmaya sevk ediyor. Bu ise her şeyi araçsallaştırmak demek. (Araçsallaştırmak deyince ilk elde insanlar ve ilişkiler geliyor akla doğal olarak. En nihayetinde eşya dediğimizi bir araç diye düşünmeye çok meyyaliz, oysa eşya ile onu araçsallaştırmadan, fetişleştirmeden de ilişki kurmanın mümkün olabildiğini hatırlamalıyız. Çok uzaklara gitmeye gerek yok, söz gelimi zanaatkârın ürettiği eşya ile kurduğu ilişkiyi düşünmek yeter.) Her şeyi değersizleştirmek ya da elde etmeye vesile olduğu ölçüde değer vermek. Kısa ve geçici bir değer verme hali, sonu yine değersizleştirmeye varıyor. “Benim için varsın, var kalman da bu şarta bağlı!”. Şiddetten başka nedir ki bu! Şunu da eklemek gerek tabii, şiddet tamah edenin kendisini de rahat bırakmıyor, yani bir öz-yıkım da var bu gidişatta. Nasıl bir çelişki ama? ‘Tam olma’ya çalışırken ondan biteviye uzaklaşmak. Olunacak bir tam olma hali yok da o kadar güçlü ki kişiyi kör kuyularda merdivensiz bırakan bir sanı olduğu unutuluyor.
Tamahkârlığın hangi duygulanışları içerdiği, hangi duygulanışlarla iş gördüğü meselesine gelince, hemen açgözlülüğü, hasisliği, şehvet ve hırsı tespit etmek mümkün, bunların bir tür bileşkesi olarak ortaya çıkıyor tamahkârlık. Bu dört duygulanış da ölçüsüzlükle, bir tür gözü dönmüşlükle malül: Açlığını giderip doyma, rahat bir yaşam sürme, sevdiği şeylerle kişilerle bir arada olma isteklerinin aşırılaşması. Aşırılaşmayı, ölçüsüzlüğü neyle açıklamalı? Ya da tamahkârlığın asıl kaynağı nerededir?
İlk akla gelebilecek olan insan doğası; insan doğasına has güdülerle bağlantılı olduğunu savlamak. En nihayetinde düşünce tarihinde pek çok düşünür, insan doğasının güdülerce biçimlendirildiği ve bencillikle, öz-çıkar peşinde koşmakla malül olduğu varsayımını kabul eder. Buradan hareketle de insanın asıl olarak asosyal ve kendi kendine yeterli bir varlık olduğunu iddia eder. Bu açıdan toplumsal olan bir engelden, ketleyici bir unsurdan başka bir şey değildir. Tamahkârlık da diğerlerini sadece rakip olarak görmeyi besleyen bencilliğin ve öz-çıkarın yarattığı bir tutkudur. Ancak bu yönelimin neden bazı insanlarda ortaya çıkıp diğerlerinde ortaya çıkmadığını ikna edici bir biçimde açıklamakta epeyce zorlanır bu düşünürler, çünkü başvurdukları etken toplumun kendisidir.
Oysa tamahkârlık yönelimindeki üçüncü bileşenin, nesneye tamah etmeyi onaylayan biri ya da birilerinin gerekliliği, insan doğası temelli açıklamaları daha bir şüpheli hale getirir. Sadece bu da değil. Diğer iki bileşen de her koşulda toplumsal olanı gerektirir. Kendi ya da ben dediğimiz diğerleri olmadan kurulan bir şey değildir, üstelik dinamik bir niteliğe haizdir yani bir kez kurulan ve böylece devam eden bir ben yoktur. Tamah edilen şeyler de toplumsal ilişkiler içinde biçimlenir. Bir şeye değer yükleme, onu arzulanır kılma, ona yönelmeyi aşırılaştırma, içinde yer aldığımız toplumsal ilişkiler olmadan mümkün olabilir mi? Araçsallaştırma, fetişleştirme kendi başına ne mümkün? Dolayısıyla kendi ile şeyler arasındaki ilişkileri kuran, kıran, kesintiye uğratan, kısacası düzenleyen bu ilişkilerdir. Elbette psikolojik süreçleri göz ardı etmemizi, her şeyi sadece toplumsal olana indirmemizi gerektirmez bu. Diğerleri olmadan bir psişeden söz edebilir miyiz? Şimdilik buna verebileceğimiz yanıt sadece koca bir hayırdır. Ancak ben dediğimiz de toplumsal ilişkilerin denkleminde etkisiz eleman değildir, toplumsal ilişkilerle sınırları biçimlendirilen olanaklılıklar-olanaksızlıklar evreni içinde bir kudret derecesidir ve öyle eyler.
O zaman ne tür toplumsal ilişkiler tamahkârlığı besleyip büyütüyor, onlara bakmalıyız. Elbette eşitsizliklerin tamahkârlığı kaşıdıkları kesin gibi. Ancak isteklerdeki aşırılık söz konusu olunca, üstelik diğerlerine muhtemel hizmetkârları olarak bakmak demek olan hakim olma ve güç susuzluğunun kendisi başatsa bu yeterli olamaz. Güç ve servet eşitsizliklerine basıp isteklerde aşra yönelmeyi güdüleyen düzenekler gerekli. ‘Yanaşma olma’ diyebileceğimiz toplumsal ilişki biçimi öne çıkıyor sanki burada. ‘Dayısı olmak’ da diyebiliriz. Ehliyet sahibi olmadan, bağlantılarla diğerlerini geride bırakarak bir yerlere gelmek, bir şeyleri elde etmek. Bu durum sadece elde etmeyi kolaylaştıran bir imkân değildir, aynı zamanda elde edilenden daha fazlasının peşine düşmeyi de motive edip kolaylaştırır. İlişkinin doğası tarafların konumunu tersine çevirmeye el verir. Güç birikir gibidir, ancak elde edilenler bağlantılar sayesinde olduğundan, alttan alta kudrette aşınma vardır. Yanaşma olmaktan çıkıp yanaşma sahibi olmak bu aşınmayı durdurmaz. Kendindeki bu gedik susuzluğu artırır olsa olsa. Bu ilişki hem eşitsizliklerden beslenir hem de eşitsizlikleri sürdürür. Bu nedenle tamahkârlık farklı yoğunluklarda ortaya çıkar. Tamahkârlığın en şedid örneği ise despottur: Sadece şiddetle iş gören, bir şiddet yumağı olan iktidardaki iktidarsız kişi.