Tamamlanmamış bir film midir baba!

Berkun Oya’nın “Cici”si, süresinden meselesini ele alış biçimindeki eskiliğe kadar birçok sorundan mustarip. Ama asıl sorunu karakterlerinin bugünkü eğitimli, kentli hallerine bakarak onları 30 yıl önce bir köy ortamına koymuş ve kendince travmalar inşa etmiş gibi hissettirmesi. Karakterler tersten kurulunca, üzerine hikâye inşa edilen travmalar da ikna edici olamıyor maalesef.

Şenay Aydemir sinesenay@gmail.com

İki günlük vaveylaya bakılırsa, Berkun Oya, tıpkı “Bir Başkadır”da olduğu gibi çok konuşulacak bir işe imza attı. Perşembe günü itibariyle Netflix platformunda gösterilmeye başlanan filmi “Cici”, iki yıl önce bu vakitler izlediğimiz “Bir Başkadır” dizisi kadar memleket panoraması iddiasında değil. Dolayısıyla onun kadar uzun süre gündemde kalacağını tahmin etmiyorum. “Cici” daha çok, hatıralar, anılar ve hatırlamak üzerinden memleket ailesine bakmaya çalışıyor. Ağırlıklı olarak da kendi çocukluğunun geçtiği 80’li yıllardan bugünlere bir bağlantı kuruyor yönetmen.

Netflix, Özcan Alper’in yönettiği “Aşıklar Bayramı” filmini, yapıma kaynaklık eden kitapta yer alan “Baba dediğin tamamlanmamış bir kelimedir” sloganıyla duyurmuştu. “Cici” için “Baba dediğin tamamlanmamış bir filmdir” desek yanlış yapmış olur muyuz? Çünkü nihayetinde “Cici”nin odağındaki ailenin yönetmen oğlu Kadir’in filminin bir türlü bitememesi, babaya dair kelimelerin daha tamamlanmamış olmasıyla da doğrudan ilgili.

Yazının bundan sonrası zorunlu olarak film hakkında sürprizleri ele vermek zorunda. Henüz izlememiş olanlara bu uyarımızı yapalım. “Cici”, 80’li yılların ortaları olduğunu TRT yayınlarından anladığımız zamana götürüyor bizi. Bir köy evindeyiz. Almanya’da uzun yıllar çalışıp memlekete dönen Bekir, karısı Havva ve üç çocuğu yaşar bu evde. Bir süre sonra anne-babasını kaybetmiş Cemil de katılır çoban olarak haneye. Cemil ile evin kızı Saliha arasında aşk başlar. Diğer iki çocuktan Kadir, babasının Almanya’dan getirdiği kameraları çalıp görüntüler çekmeğe meraklıyken, ufaklık Yusuf arabalara sarmıştır. Cemil ise yanık türküler söyler. Kadir’in Cemil’e yaptığı bir şakayı büyüten ve oğlunu cezalandıran Bekir, kimin tarafından yapıldığını anlayamadığımız bir şekilde, soğuk havaya maruz bırakılır ve hastalanır. Bu hastalık ölümüyle sonuçlanır.

Hikâye 30 yıl sonraya atlar. Kadir, yönetmen olmuştur. Köydeki evde geçmişiyle hesaplaşan bir film çekmektedir. Saliha, evlenmiş, boşanmış ve yetişkin bir kızı vardır. Anne Havva, hafıza sorunları yaşamaktadır. Yusuf ise evli çocuklu ve orta halli bir hayat kurmuştur kendisine. Son bölümde iki yıl daha geçer ve aile, pandemi zamanı yeniden bir araya gelir.  Eski defterler açılır. Nihayetinde belli ki o sürpriz için izlediğimiz finalde, çok da sıkı bağlanmamış olan düğüm çözülür.

“Cici”de hayli sorunlar var ama asıl olarak filmin ne anlatmak istediğine karar verilemiyor sanki. Misal, açılıştan sonraki 'film içinde film' sahnesi. “Kasaba”dan “Mayıs Sıkıntısı”na, “Uzak”tan “Bir Zamanlar Anadolu’ya” kadar Nuri Bilge Ceylan göndermeli bu kadar kör göze parmak sahneden sonra akla ilk olarak 'çocukluk travması' ya da 'taşra anlatısı' temalı filmlerin bir parodisine dönüşecek hikâye galiba diye düşünüyoruz. Kadir, yıllar sonra baba evine dönüyor, travmalarını anlatan bir film çekiyor, hatta annesini de oynatıyor filmde. Ama film içindeki film bitip de set toparlandığında, geriye Kadir’in bir türlü bitiremediği filmle birlikte bu çiftlik evinde girdiği depresyon kalıyor. Burada ‘film içinde film bölümü’ tamamen unutuluyor neredeyse. Memleket sinemasındaki bir anlatının parodisini yapacakmışçasına çıkılan yolda, kendisini bir anda fazla ciddiye almaya başlıyor yapım. Paragöz küçük kardeş, kederli abi, cefakar abla, Z kuşağı torun, arabesk bir aşk derken farkında olmadan kendi parodisini yapan bir filme dönüşüyor “Cici”. Yaklaşık 35 dakika boyunca göndermelere doyulamayan Kadir’in film çektiği bölüm hiçbir yere bağlanamıyor haliyle. Peki, o zaman neden bu kadar süre NBC göndermesi izledik! Bu kadar zaman ve emek, Saliha’nın kızı Naz’ın kazara bütün sırrı çözecek çekimi yapabilmesi içinmiş meğer.

Hadi Kadir’in babasının başına geleni bildiğini ve bu yüzden bu kadar 'gizemli ve kederli' adam rollerine büründüğünü anlıyoruz. Saliha ve Yusuf’un dertleri ne? Çünkü onlar Kadir’deki bilgiye sahip değiller ama onun kadar ağır yükler taşıyorlar sanki. Yusuf’un babasının ölümünü, Saliha’nın annesinin hallerini anlamadığını söylediği sahnelerin ikna edici bir tarafı yok. Filmin açılış bölümünde izlediğimiz, çok büyük hikâyeler çıkmayacak vasat bir 80’ler ailesi çünkü. 

On yıldan fazla olmuştur, annem bir akşam heyecanla aradı beni. Gittiği altın gününde yeni nesil annelerin çocuklarıyla nasıl ilgilendiklerini görünce suçluluk hissetmiş. “Biz sizinle hiç ilgilenemedik, özen gösteremedik çocukken” diye başlayan abuk sabuk şeyler söyledi. Ben de, “Anne, ben o dönem ortalığa bakınca senin yaptığın memleket vasatının üstündeydi. O yüzden çok da şey etme” dedim. Film için de diyeceğim o ki, Bekir ve Havva da o yılların vasatının altında değiller. Yani öyle büyütülecek travmalar olmasa gerek yaşananlar. Hazır Bekir’den bahsetmişken not düşmeden geçmeyeyim. Yılmaz Erdoğan’dan sert, otoriter baba olmuyor. Ya biz ona yakıştıramıyoruz, ya o üstüne oturtamıyor.

Ama Yılmaz Erdoğan’ın bilerek bilmeyerek “Cici”de oldurduğu şeyler az değil. BKM’nin dönem anlatılarından eksik olmayan “BKM arabeski” misal. Film, arabeskle Bergen’in söylediği “Acıların Kadını” şarkısının parodisini yaparak ilişki kuruyor aslında. Ama hem kardeşlerin birbirleriyle olan kavga-sevgi gerilimleri hem de Saliha ile Cemil’in evin önündeki sohbeti, Yılmaz Erdoğan filmlerinden fırlamış gibi. Ben “Vizontele” dedim, bir eleştirmen arkadaşım “Benim aklıma 'Ekşi Elmalar' geldi” dedi. İkisi de olur. Ama “Vizontele anı”na değinip geçeyim. İzleyenler hatırlayacaktır. Askere gidecek olan Rıfat, Asiye ile bahçede buluşur. Ona başlarından geçen bir hikâyeyi anlattıktan sonra o gün olan yarasının kabuğundan bir kolye verir. “Aşkımızın yarasıdır” der. İşte Cemil de “Cici”de evin kapısının önünde Saliha’ya askerden sonra Ankara’ya gittiğini, onu okulunun kapısında beklediğini anlatır. Okul çıkışı Saliha bir sigara yakmıştır, Cemil de yakar uzaktan ona bakarken. Sonra da sigarayı bıraktığını söyler. Çünkü o sigaranın üzerine sigara içilmez artık! Yine Asiye’nin telefonda Rıfat’a “sen nasılsınız inşallah” deyişi gibi burada da Cemil “sen iyisiniz” diyor falan… Bunlar fazla Yılmaz Erdoğan kokan hareketler. İlki belki filmi biraz rahatlatıyor ama ikincisinin duygusal bir hava kattığını söylemek zor. Buralardan ‘hissi köy hikâyeleri’ çıkarmak da zor.

Bütün bunlar bir yana, “Cici”nin esas sorunu başka gibi. Sanki Berkun Oya, karakterlerinin bugünkü eğitimli, kentli hallerine bakarak onları 30 yıl önce bir köy ortamına koymuş ve kendince travmalar inşa etmiş. Asıl derdi 30 yıl önceki köy çocuklarını anlatmak değil de, bugünkü kentli dertlere sahip yetişkinleri anlatmak gibi. Karakter inşası tersten kurulunca ikna edici de olamıyor maalesef yapım. Bütün bunlar filmin açılışından itibaren o ailenin, o evin gerçek olduğuna ikna olmamızın önüne geçiyor çoğu zaman. Oyuncuların teker teker çabaları da kurtarmıyor maalesef.

Bitirirken, Havva’nın Bekir’e ettiklerine dair motivasyonunun altının yeterince güçlü çizilmediğini ve dönüp dolaşıp ihalenin yine bir kadına kaldığını belirtelim. Buna dair eleştiriler alacaktır yapım. Ben kendi adıma, çocukların/torunların Havva’nın yapıp ettiklerini öğrendikten sonra bununla baş etme, bunu kabullenme süreçlerini çok daha fazla merak ettim film bitince. Çünkü o saate kadar anlatılanlar, finaldeki gerçek travmanın yanında hayat deneyimi sayılır! Asıl hikâye, o zaman başladı bana göre.

Tüm yazılarını göster