Bugünün dünyasını okumaya nereden başlamalı?
İnternet ve sosyal medyadan mı, akıllı telefonlardan mı? Dünyayı birdenbire kavuran salgınlardan mı? “Benim” diyen demokrasilerde birkaç on yıl içinde diktatöryaya çeyrek kalmasından mı?
Hepsi birer anahtar.
Bir anahtar daha var. Onarım hakkı.
Dışarıda bilinen adıyla ‘Right to Repair’. Kullandığımız eşyayı bozuldu diye atmamak, yenisini almamak, bozulanı tamir ederek ömrünü uzatma hakkı.
Uzun süredir bu hakkı talep eden bir hareket var.
Çünkü bu hakkı, bu son derece basit ve temel hakkı bile bizden esirgeyen yeni bir dünya düzeni, yeni bir hâkim ideoloji var.
Bu yeni düzende insan edilgen. İnsan eylediği ve hayal kurduğu kadar değil, esasen tükettiği kadar var. Tamir etmek tüketmeye engel.
Değil mi ya, yenisini almak varken, bu yeni, bu ışıl ışıl, bu pek kolay dünyada tamire ne gerek var?
*
Onarım hakkı bu yeni dünyanın anahtarlarından biri. O anahtarı kapıda çevirmeden evvel eski dünyamıza bir bakalım.
Beylik laftır; “dünya değişti” der dururuz. “Eskiden böyle miydi” deriz. “Bizim zamanımız başkaydı”, “daha dün her şey farklıydı” ve buna benzer bir sürü laf.
Ama dünya sahiden değişti. Çok değişti hem de.
İnsan ilişkileri, üretim ilişkileri değişti. Mesafeler kısaldı, farklılıklar azaldı.
Hepsi otuz küsur yıl içinde yaşandı. Gencecik bir yapı bu. İnternetle gelen ve hepimizi silkeleyen, içine doğanların hamurunu zaten baştan yoğuran gencecik bir tarih.
Bu tarihi yaşayan bizler, çocuğuz daha. Ateşi bulan, tekerleği bulan, matbaayı bulan atalarımız gibi çocuğuz. Tecrübesiziz. Önümüzü göremiyoruz. Bundan sonra ne olacağını, başımıza neler geleceğini bilemiyoruz.
Gözümüzün önünde büyüyen çocuklarımızın büyüdüğünü, değiştiğini anlayamamamız gibi, kendimizin değiştiğini de anlayamıyoruz.
Ama biz değiştik. Hem de çok değiştik.
Otuz yıl içinde insanın dünyayla, çevresiyle, börtü böcekle ve birbirleriyle kurduğu ilişki değişti.
*
Şu dünyadan belirli bir süre için gelip geçiyoruz. Bizden geriye ne kalacak? İlla bir kitap, bir şarkı, resim, heykel, kanun, fetih bırakanlar mı hatırlanacak?
Geriye bir şey bırakmak sadece bu büyük büyük işlerle mi olur? Bir masa, bir sandalye yapmak, bir taşı bir taşın üstüne koymak, yünden bir kazak örmek, topraktan bir maşrapa üretmek… Bu işler de geriye kalmıyor mu?
Kalıyor.
Hatta bozuk bir aleti tamir etmek, onu yeniden çalışır hale getirmek de kalıyor. Eşyanın ömrünü uzatmak onu kullanımda tutmak da yaşama dahil.
*
‘Right to Repair’ (Tamir Hakkı) son birkaç yılda ortaya çıkmış bir mücadele. ABD’li tamirci ve YouTuber Louis Rossmann ile Hollandalı çevre aktivisti, gazeteci ve ‘Tamir Kafeleri’ kurucusu Martine Postma’nın başını çektiği, bugün esasen Batı dünyasında yayılan ve giderek daha çok konuşulan bir hareket.
Hareketin istediği çok temel bir hak var: Parasını verip satın aldığımız bir ürüne ‘gerçekten’ sahip olmak hakkı.
Bunun için de öncelikle bozulan ürünlerin çöpe atılmaması, gereken parça değişimi yapılarak hayatına devam edebilmesi lazım.
Dahası, bu ürünlerin ‘tamir edilemez’ olarak tasarlanmaması lazım. Eskiden, bu yeni dünyanın öncesindeki birçok üründe olduğu gibi, tamir şemalarıyla beraber satılmaları lazım. Üretici firmaların, isteyen her tüketicinin kollarını sıvayıp bozulan aleti kendi kendine tamir etmesine en azından izin ve imkân vermesi lazım.
Tüketici kendisi tamir edemiyorsa veya buna zaten heves etmiyorsa, bu tamirin, hem yedek parçası hem üretim şemasıyla, işin erbabı herhangi bir teknisyenin erişimine açık olması lazım. Kısacası, satın aldığınız bir ürünün, sadece ilgili firmanın teknik servisinin himayesinde olmaması lazım.
Eskiden olduğu gibi.
O yetkili teknik servise gittiğinizde, hepimizin son yıllarda defalarca karşılaştığımız şu cümleye de artık yer olmaması lazım: “Tamir daha pahalıya patlar, yenisini alın daha iyi!”
Hemen hepimizde küçük birer servete mal olan akıllı telefonlar, laptoplar var. Bu tamirsizlik halinin nasıl can yaktığını hepimiz biliyor ve yaşıyoruz. Ama hadise sadece onlarla ilgili de değil. Elektronik yazıcıdan kahve makinesine çok geniş bir alan bu.
‘Tamir hakkı’ hareketi hepsiyle ilgileniyor; özellikle ABD’de epey yol aldı. Üretici firmaların lobi faaliyetlerine rağmen Biden yönetimi mücadeleye olumlu yaklaştı ve buna yönelik bir kararname yayımladı. Avrupa’da da teknoloji firmalarının hareket alanını sınırlamaya ve tüketicinin tamir hakkını korumaya dönük benzer bir yaklaşım artık mevcut. Ama yol uzun, iş çok.
Başka türlü olacak gibi de değil.
Eskiden insanlar, sözgelimi televizyonlarını, bozulur bozulmaz çöpe atmıyorlardı. Tamire götürdüklerinde “siz iyisi mi yenisini alın” lafıyla karşılaşmıyorlardı.
Televizyon, buzdolabı, çamaşır makinesi tamir edilip eve dönüyor ve daha yıllarca çalışıyordu.
Düşünün, şu anda muhtemelen hepinizin evinde olan düz ekran televizyonların önceki kuşağı ‘tüplü’lerin çoğu henüz çalışırken emekliye ayrıldı.
Bıraksak daha da çalışacaklardı.
*
Eski dünyada bu böyleydi.
Yeni dünyada işler farklı. Bu dünyayı Apple gibi firmalar tasarladı, Amazon gibi firmalar da pazarlıyor.
Bu kolay bir dünya. Hızlı bir dünya. Bu tükenen kaynaklara rağmen bir ‘kullan-at’ dünyası. Sürdürülebilir bir dünya değil.
Bizim de tamiri mümkün olmayan bu ürünlerle, tamiri mümkün olmayan bu dünyayla kurduğumuz, aslında kuramadığımız ilişki sürdürülebilir değil.
Tamir hakkı hareketini gerektiren düşüncenin arkasında bu ilişkisizlik de var.
Bizim artık ellerimizi kullanmamamız var; sadece ‘fikirlerden’ ibaret hale gelmemiz, hayatımızın üretimle değil tüketimle ölçülmesi var.
Elimizin altındaki, gözümüzün önündeki bunca yeni kaynağa, bunca kolaylığa rağmen, hayatı artık tanımamamız, anlamamamız var.
Ellerimizle çalışırken aldığımız hazzı ve tatmin duygusunu, tüketimin hızı ve konforuyla değiştik.
Bu değişim mesela tamir ihtiyacını ve hevesini de öldürdü. Ama esasen merakın, insanlık tarihinin üzerine kurulduğu o en önemli prensibin canına okudu.
Apple’ın kurucusu Steve Jobs, iPhone’larını tanıtırken “Çalışıyor işte” diyordu.
Çalışıyor çalışmasına da nasıl çalışıyor?
Yeni dünyada bunun önemi yok. Bir şeyin nasıl çalıştığını bugün kimse sormuyor.
Bu telefon nasıl çalışıyor?
Bu otomobil nasıl çalışıyor?
Hatta bir dolmakalem.
Nedir prensipleri?
Nasıl çalıştığı bilinmediği için tamir de edilemiyorlar.
Matrix filmlerine ilham veren eserler kaleme almış olan bilimkurgu yazarı William Gibson, “bir şeyin nasıl çalıştığını anlamak istiyorsanız onu bozulurken inceleyin” diye yazmıştı.
Biz, bir avuç insan haricinde, bu yeni dünyanın nasıl çalıştığını anlamıyoruz. Evet, bu dünyanın doğurduğu ürünleri kullanıyoruz, hem de çok severek ve benimseyerek kullanıyoruz ama yeni hayatın üzerine inşa edildiği prensipleri anlamıyoruz. Bozulduğunu da anlamayacağız.
Farkına vardığımızda da onu tamir edemeyeceğiz.
***
PS: Geçen Pazar ‘Aristoteles bize nasıl bir tuzak kurdu’ başlığıyla, dünyayla ilişki kurma biçimimizdeki eksik parçalar üzerine yazmıştım. Bu yazı, onun bir bakıma devamı sayılır. Gelecek hafta da buradan devam etmek istiyorum.
PS 2: Yeni teknoloji ve toplumun kesişimi konularına meraklı olanlara Amerikan yazar Charlie Warzel’ın ‘The Atlantic’teki ‘newsletter’ını takip etmelerini öneririm.