Çocuklara rezil olmamak adına, Kasa Galeri'de yer alan 'Başka Gün Başka Hayat' isimli sergiden sağ ve masum halde çıkabilmeniz, asıl sizin kendi içinizdeki çocuğa gösterdiğiniz ya da bundan böyle gösterebileceğiniz olası yaklaşıma tavizsiz düzeyde bağımlı.
Komşum ve meslektaşım Kültigin Kağan Akbulut'un da geçen
haftalarda konu edindiği, İstanbul Karaköy'deki Sabancı
Üniversitesi Kasa Galeri'de yer alan ve küratörlüğünü - bir ilk
tecrübe olarak - M.Kıvanç Gökmen'in yaptığı 'Başka Gün Başka Hayat'
sergisini, ben de izleme fırsatı buldum.
Bu sergi hakkında, Akbulut'un bakışının da ürettiği enerji
yanında, daha da düşünülmesi ve fikir paylaşılması gerektiği
inancındayım. Zira bu sergi bir filmse ve eğer sabırsız çocuk
ruhlular için filmi baştan anlatırsam, sergi bana kalırsa tamtakır
hayat kasasını, varoluşun sevimli (insanlık) hayaletleriyle
dolduran (d)evrimsel bir atmosfer ortaya koyuyor.
Önce filmin geçtiği sete bakalım: 106 yaşındaki yapının bodrum
katındaki kasa dairesi, 1997'de Güler Sabancı'nın aldığı karar
doğrultusunda, enternasyonal güncel sanatın entelektüel ve plastik
sermayesini 20 senedir teşhir ve müzakere ediyor.
Halen küratör, eleştirmen ve akademisyen Derya Yücel
idaresindeki, Sabancı Üniversitesi İletişim Merkezi çatısı altında
faaliyette bulunan galeriye bugüne dek verilen emekte ayrıca, yine
Türkiye sanat hafızasına kattıkları fikrî ve fizikî değer ile,
Selim Birsel ve Erdağ Aksel ile Hasan Bülent Kahraman gibi
isimlerin katkısını, bilhassa not düşmek gerekiyor.
Bankalar Caddesi üzerinde bulunan ve vaktiyle Atina Bankası,
ardından Deutsche Bank ve Doğan Sigorta ile Ak Sigorta gibi
tabelalara ev sahipliği yapmış Minerva Han'daki Kasa Galeri'de 23
Şubat'a dek yer alan bu son sergiye, Ferhat Özgür'ün (1965, Ankara)
yanı sıra - sanat kariyerindeki başarılarından ötürü Avusturya
yurttaşlığı hakkı kazanmış - Dejan Kaludjerovic (1972 Belgrad) ve
Knutte Wester (1977 İsveç) katılıyor. Sergiye Avusturya
Başkonsolosluğu ve İsveç Başkonsolosluğu da destek veriyor.
'Başka Gün Başka Hayat' izleyende psiko-sosyal bir terapi etkisi
bırakıyor. Bunu da Türkiye'nin yarım asra yakındır kapısında
beklediği, işine geldiğinde sarılıp, işine gelmediğinde kustuğu
Avrupa fikri ve eyleminin, günümüzde kendi içinde yükselen maddî
manevî niyetlerle bizatihi kendisinin çatırdadığı şu günlerde
öneriyor.
Kasa dairesinin birbirine sızan üç galerisinde, gerek animasyon
gerek belgesel araştırma gerek oto-biyografik samimiyet ve gerekse
hazır nesneler ile tecrübe edilen haymatlos-vatansız anlatılar var
bu sergide.
Ve başlıca meselelerini, masumiyet, mağduriyet, bugün yeniden
takır takır ortalıkta olan yersiz yurtsuzlaşma mefhumu ve gelecek
denen şu ezelî, hoşgörüsüz, artık içi geçmiş ve bugünün aç gözlü
marka ve güruhları tarafından içi dışına çıkarılmış, sürekli
potansiyel tecavüz mağduru evrensel unsur oluşturuyor.
Ferhat Özgür'ün, yakın geçmişte The Pill sanat galerisinde de
bambaşka bir yaklaşımla malzeme-metafor kıldığı yerel siyasî seçim
sandıklarından ibaret bir barikat var bu bitmemiş yapının
cephesinde. Ve yine iflastan ötürü ortada kalakalmış bu kültürel
şantiyenin harcı, metal örgüleri ve bükme ham sicimleriyle çeşnili
bu inşaat malzemeleri refakatinde, bambaşka varlıklara baraka
haline geliyor.
.
Kasa'nın Özgür'e ayrılmış bu ilk galerisinde izleyicinin üzerine
yine bir serin enformasyon duşu ile akıttığı siyah beyaz
fotoğraflarda, bu üç aşamalı plastik deneyimin tamamında doğuştan,
aşağılık bir umarsızlıkla hükmen yenik bırakılmış isimsiz çocuklar,
tam karşımızda duruyor.
Özgür, Türkiye'nin ölümcül barış ve demokrasi- (muharebe)sinde,
ekseriyetle Diyarbakır - Sur gibi bitkin coğrafyalarda, totaliter
zihne karşı yaratılmış 'barikat' fenomenini, yapıtına bir tür beden
olarak seçiyor. Bu barikatın ne kadar önü, ne kadar ardında
olduğumuzu, bize 'daha filmin en başından', çok yüksek bir görsel
frekansla, adeta 'distortion'la, bilinçli bir çarpıklık,
karşıtlıkla soruyor. Hatta bilindiği gibi bu ön ve arka
diyalektiği, Pink Floyd topluluğu kurucu üyesi, aktivist Roger
Waters'ın 'Duvar' albümünde çeyrek asrı aşkın süredir
deneyimleniyor. Waters'ın bu albümle aynı adı taşıyan müzikal
filminin finalini oldukça hatırlatan bir duygu üretiyor, Özgür'ün
önümüze diktiği bu beden... Hatırlatmak gerekirse son sahnede,
küçük bir çocuk, yerde bulduğu bir molotof kokteyli şişesini,
hiçbir manâ ver(e)mediği için öylece boşaltıyordu...
İşte bu bedenin asıl iskeletini, yine vurgulamak isterim ki bir
algı barikatı olarak toplumsal ön yargı molozları arasında bütün
temizlik ve bağlantısızlıkları ile varoluş ve var edişi seçip bir
arada olmayı seçen çocuklar oluşturuyor. Ferhat Özgür daha kasanın
girişinde tüm karşı estetikliği içinde, filmin tüm başrol
oyuncularını, bugünün figüranları, yarının yıldızlarını bizimle
tanıştırıyor, yüz yüze bırakıyor.
.
Serginin ikinci galerisi ise, bu barikatla kurduğumuz empati ve
antipati tribülansını daha yoğun hissettiren bir ıstırap vadediyor.
İsveçli sanatçı Wester'in büyükannesi üzerinden asırlık bir varoluş
hikâyesini, edebî ve gerçeküstü, etik ve siyasal bir harmanla
kustuğu bu film, 'Piç' başlığını taşıyor. Yapım, dönemin İsveç ve
Danimarka sosyal atmosferinde mikro ve makro manzaralar ortaya
koyarken, desen samimiyetindeki ham imgenin sine-masal bir
ağıt-animasyona evrildiği, hazmı son derece zor bir vakayla
izleyiciyi baş başa bırakıyor.
Bir kör kuyu olarak tüketilen, iğdiş edilen evrensel belleğe
indirilen bakir hafızalı bireyin öznel - menfî tarih karşısında
maruz kaldığı son trajik öykü ise, Avusturyalı sanatçı Dejan
Kaludjerovic'ten geliyor.
Biteviye aynı imgeler refakatinde izleyicinin maruz kaldığı bu
son yapıt, eski tip bir slayt makinesi ve gayet uygar bir genç
erkeğin akustik ama sorumsuz mükemmellikte seslendirdiği, 1977
tarihli, Belgrad (eski Yugoslavya) çıkışlı bir 1 Mayıs vakasını
barındırıyor.
Ancak bu 'münferit' vaka, hadiseyi ilk ve son hanede tecrübe
eden küçük kız ve erkek çocuklar ile, akran ve ebeveynlerinin
anlatıları üzerinden art arda yorumlanarak hem kısırlaştırılıyor,
hem de sömürülerek, maniple edilerek, son derece tehlikeli bir
fenomene, bir tür kültürel namus cinayeti dalgasının Brechtyen
anlatısına dönüşüyor.
İşte bu üç anlatı toplamında Kasa Galeri'den çıkmaya
çalıştığınızda, sağduyunuzun sağ kalıp kalmadığının yükü, sizi
olanca hiddetiyle eziyor ve sergi aslında, daha girişte,
başladığında bir şeylerin çoktan bitmiş olduğunu çok ağır, ancak
haklı bir küfür gibi yüreğinize bırakıyor.
Çocuklara rezil olmamak adına, bu sergiden sağ ve masum halde
çıkabilmeniz, asıl sizin, kendi içinizdeki çocuğa gösterdiğiniz, ya
da bundan böyle gösterebileceğiniz olası yaklaşıma tavizsiz düzeyde
bağlı.
Öte yandan bu serginin üstlendiği derdin yangınını içinde
duyumsayan bir diğer sergi ise, yine Tophane'de, Pi Artworks sanat
galerisinde, Yuşa Yalçıntaş imzasıyla, 'Yuka' başlığıyla 2 Mart'a
değin izleniyor. Kasa Galeri ile rastlantısal olarak oldukça ilginç
bir frekans üreten bu kişisel sergiye, mutlaka ve bilahare değinmek
üzere...