Tanıklığın peşinde: JinNews’in masasında Ursula’yı bulmak

Kentlerde, sokaklarda o muhabirler vardı işte. Ölümle burun buruna, gözlerinin önünde öldürülen insanları göre göre gizlenmekle mefhum bütün gerçekleri geçmek, yazmak, aktarmak için oradaydılar.

Abone ol

Sibel Yükler

“Haber Nöbeti (H.N.): #Şırnak’ı @jinhaberajans muhabiri @jinhaysel Aysel Işık ile konuşacağız. Merhaba Aysel! 38 gündür Şırnak’ta yaşananları izlerken en çok zorlandığın an ne oldu bir insan ve gazeteci olarak?

A.I.: İnsanların zor koşullarda yaptıkları evlerinin birer birer anılarıyla birlikte yok oluşunu izlemek rahatsızlık verici.

H.N.: Kentte kalan insanların ruh hali nasıl, bunca yıkımla ölümle nasıl başa çıkıyorlar?

A.I.: 90’lı yıllardan bu yana halk bunları çekiyor. Umudunu hiç kaybetmedi. Bu umutla da baş ediyorlar. Halk yıkılan ve yok olan anılarına her gün şahit oluyor, bu onlar için kötü bir psikoloji.

(…)

H.N.: Aysel söyleşimizin sonuna geliyoruz. Şırnak’tan dış dünyaya aktarmak, eklemek istediğin bir şey var mı?

A.I.: Burada bir halkın ‘anı’ları ve tarihi yok oluyor. Bir şehir merkezinde 38 gündür yasak var. Anı ve tarihlerinin yok olmaması için herkes Şırnak ve diğer yasaklı bölgeler için ayağa kalkmalı.”

Twitter üzerinden yapılan bu mini söyleşi, 25 Nisan 2016 tarihine ait. Sokağa çıkma yasaklarının olduğu dönemde Kürt gazetecilerle dayanışmak için oluşturulan Haber Nöbeti Platformu’nun, dönemin Jin Haber Ajansı (JINHA) Şırnak muhabiri Aysel Işık’la yaptığı söyleşi.

Ben de Aysel’i bu söyleşiden altı ay önce tanımıştım. JINHA’da mesai arkadaşıydık. Aysel, söyleşide de bahsettiği gibi uzun süredir Şırnak’ta muhabirlik yapıyordu. Sokağa çıkma yasaklarının en çok vurduğu, katliamın, kaybın, göçün, talanın en çok yaşandığı kentlerden biriydi Şırnak. Orada haber takip etmekse, nasıl desem, “savaş muhabirliği”nin tâ kendisiydi. Bildiğimiz savaş muhabirliğini kastetmiyorum fakat. Aysel, savaşın ortasından aktaran bir muhabirdi ama ölümlerin, yaralanmaların, göçün, talanın, yıkımın arasından hikâyeleri bulup çıkarıyordu.

Çünkü ölü bilançolarının, okulların içine döşenmiş karargâhların ilişiğinden uzak, kadrajını, kalemini, mikrofonunu cümle mağdurun; kadınların, çocukların, dağların, tepelerin, annelerin, beşiktekilerin, karındakilerin, evlerin, odaların, hayvanların, aşların, otların tâ kendisine çeviriyordu. Ve anıların…

O yüzden sadece eti kemiği olanı değil, zor koşullarda yapılan evleri ve anılarını da birer özne görüp öyle yazıyordu. Aysel bir tanıktı. Halkın yıkılan ve yok olan anılarına tanıklık ediyordu. “Burada bir halkın ‘anı’ları ve tarihi yok oluyor,” derken, dünyaya bunların yok olmaması için çağrı yapıyordu.

Aysel, Beritan, Güler, Şehriban, Zehra, Habibe, Nalin, Safiye… onlar gazeteciydi ve yazdıkları her haber, kayda aldıkları her görüntü birer hikâyeydi. “Hikâye anlatıcısı hakikat anlatıcısıdır,” diyor, büyük Ursula. Onlar aynı zamanda birer hakikat anlatıcısıydı…

O hakikat anlatıcılarından bazılarının 8 Haziran sabahı gözaltına alındığını gördüğümde, bu bahsettiğim yedi yıllık mazi gözümün önünden yavaşça geçip gitti. Safiye ve Gülşen’le birlikte Ömer, Aziz, Mehmet Ali, Lezgin, Suat, Ramazan, Mazlum… Büyük kısmı zamanında mesai arkadaşımdı, sahadan arkadaşımdı; yoldaşım, hâlâ birlikte çalıştığım meslektaşımdı. Sadece onlar da değil, bırakılanlardan bırakılmayanlardan Ferhat, Nedim, Melike…Artık başka topraklarda olanlardan Zehra, Duygu, Nuri, Aşiti… Hepsine tanıktım…

İşte o gece arkadaşlarımız savcılıkta beklerken avukatı aracılığıyla Ömer’le kısa bir muhabbet şansımız oldu. Sonra saat 03.02’de telefona o bildiğiniz fotoğraf düştü. Ömer, Lezgin, Kadir ve İbrahim kararı bekliyordu ve elbette hepsi de gülüyordu. Fotoğraf tam bir sevinç yaratmıştı ki yalnızca 7 dakika sonra ardı ardında tutuklama haberi düştü ekrana. Mazlum tutuklama, Safiye tutuklama, Suat tutuklama, Serdar tutuklama, Ömer tutuklama…

Biraz arkadaşlığımızın ama en çok da meslektaş olmamızın getirdiği gönül rahatlığıyla, Ömer’den cezaevine götürülmen önce hemen bir demeç vermesini istedim. Sarılmalar bitince, hızlı bir gazeteci olarak bekletmeden verdi demeci: “Yükümüz onlarda!”

Karar açıklandığında gazeteci Ömer Çelik: "Dayanışma gösteren herkese çok teşekkürler, yükümüz onlarda."

İşte Ömer’in o sözü, bugün bütün dayanışmanın sloganı oldu. Bizleri alıp Diyarbakır’a götüren, hem dışarıdaki hem içerideki meslektaşlarımızla dayanışma örgütlememizi sağlayan, sorumluluğumuzu ve meslek onurumuzu hatırlatan o sözdü. Yükü omuzlanacaktık, öyle gittik işte Diyarbakır’a…

Nihayetinde ben de Diyarbakır’dan dönen her arkadaşım gibi bir yazı kaleme alacaktım. Ne yazacağımı düşünürken, kendimi yazının girişinde bahsettiğim o hakikatin ortasında buldum. Safiye, Ömer ve Aysel’i bir araya getiren gücü; aslında Kürt çocukların, gençlerin neden ekseriyetle avukat ya da gazeteci olmak istemesinde ve Kürt basınının neden “Gerçekler karanlıkta kalmayacak” sözünü kendine yol seçmesinde bulabiliriz. İşin özü, onların yegâne gaye ve arzusunun hakikati anlatma derdi olduğunu görebiliriz.

Ama yine de hikâyenin, belleğin kadim aktarıcısının kadınlar olduğu gerçeğiyle bakarsak, Aysel, Zehra ve Safiye gibi gazeteci Kürt kadınların neden köy köy, kent kent gezip yasak, mayın, savaş, barış demeden hikâyelerin peşine düştüğünü anlamamız güç olmaz. İşte şimdi, erkek arkadaşlara veda ederek, yazının esas maksadına; kadınlara ve JinNews’in varlığına geçiyorum artık.

CEMİLE'Yİ MERYEM'E, MERYEM'İ TAYBET'E KARAN KATLİAMIN AKTARICILARI 

JinNews, gazeteci Kürt kadınların ilk ajansı değildi. Öncesinde Gazete Şûjin, onun da öncesinde JINHA vardı. Onlar resmî tarihin, devletin, erk’in, egemenin, sömürgecinin üzerine toprak atarak gömmeye çalıştığı hakikati sözlü tarihle aktaran büyüklerinden de aldıkları o güç ve bellekle hikâyelerin ve gerçeğin peşine düşüyorlardı. Yetmiyor, kendi yayınlarını, kendi dergilerini, kendi haber ajanslarını, kendi televizyonlarını kuruyorlardı.

Bunlardan ilki JINHA’ydı. 8 Mart 2012 tarihinde kurulduğunda, Türkiye’nin ilk kadın haber ajansı olmuştu. Muhabirinden muhasebecisine kadar herkesin kadın olduğu, mikrofonu, kadrajı, kalemi erkek egemen medyanın ve patriyarkanın, feodalitenin görmezden geldiği kadınlara, kadınların gündemine uzattılar. Kendilerine yol seçtikleri söz ise “Ve yazıyoruz... Erkekler ne der diye düşünmeden yazıyoruz!” oldu. Virginia Woolf, asır sonra bile erkeklerin saf tutup kendilerine paye ettiği bir alanda yazmakta, illa ki yazmakta direnen ve direten Kürt kadınların kendine ait haber odasında buluyordu kendini.

Ve kimselerin kimseyi duymadığı, savaşın, şiddetin, polis tacizinin ortasında, kendi tabiriyle ölümle burun buruna bir avuç kadın 29 Ekim 2017’de KHK ile kapatılana kadar Taybet İnan’ın, Selamet Yeşilmen’in, Hacı Lokman Birlik’in, Tahir Elçi’nin, Cemile Çağırga’nın hakikatini duyurmak, akıbetini sormak için yazdı, yazdı. Bugün okumaktan imtina edilen, tetiklenilen ya da artık çoktan unutulmuş birçok gerçek, o masalarda anı anına yazıldı, aktarıldı.

Madem hafızayı diri tutmakla mükellefiz onlardan bazılarını yeniden hatırlatayım… Kasım 2015 tarihiydi. Nusaybin’de bir kadının evinin önünde öldürüldüğü haberini verdi muhabir arkadaşlarımız. Haberini ilk geçtiğimiz anı unutmamız mümkün değil. Adı Selamet Yeşilmen. Yanında çocukları varken kapısının önünde vurulmuş, oracıkta ölmüştü. Ya da Cemile gibi, yine Cizre’de evinin önünde oturan Meryem Süne… Zırhlı araçtan açılan ateşle kurşunlanan Meryem, yaralı halde saatlerce sokakta bekletildiği için kanamadan ölmüştü. Tıpkı 7 gün sokakta bekletilen Taybet İnan gibi… Ve onun da defnedilmesine izin verilmedi, cenazesi tıpkı Cemile’ninki gibi iki gün tavukçunun soğuk hava deposunda bekletildi.

Hepsinin öldürüldüğü kentlerde, sokaklarda o muhabirler vardı işte. Ölümle burun buruna, gözlerinin önünde öldürülen insanları göre göre gizlenmekle mefhum bütün gerçekleri geçmek, yazmak, aktarmak için oradaydılar.

2017’de yayın hayatına başlayan JinNews, yıldönümünü kutlarken…

Peki kapatmak o gazeteci kadınları susturmaya yetti mi? Elbette hayır. Oradaki gazeteciler önce Gazete Şûjin’le, o da KHK ile kapatılınca bu kez ve umarım son kez JinNews’le yollarına devam etti. Üçünde de çalışma ve üretme fırsatım oldu. O yüzden Diyarbakır’da JinNews’in bürosuna girip de Beritan ve Şehriban’ı karşımda gördüğümde evime, yuvama, masama, mutfağıma, haber merkezime yeniden girmiş hissettim.

Bugün JinNews’in sabaha karşı nasıl basıldığını, bilgisayarlarının, harddisk’lerinin alınıp götürüldüğünü, yıllardır ama özellikle aylardır polis tacizi altında çalıştıklarını, sürekli takip edildiklerini, buna rağmen telefonlarla, ödünç bilgisayarlarla haber yapmaya devam ettiklerini anlatan JinNews Amed Büro Şefi Beritan Canözer, ben onu tanıdığımda haber takibi sırasında anons geçerken “Çok heyecanlı” denilerek, gözaltına alınıp tutuklanmıştı.

DÜNYAYI YENİDEN YAZANLAR; KADINLAR, EJDERHALAR, SAFİYE'LER

Beritan, yıllar sonra 8 Haziran’da büronun sabaha karşı nasıl basıldığını anlatırken gözümün önüne JINHA’nın kapatıldığı gün geldi. Bütün gazete ve ajanslara “makul” saatlerde gidip mührü basanlar, JINHA’ya sabaha karşı gelmiş, kimseler yokken ve tüm ekipmanlar içerideyken ajansın kapısına mührü vurup gitmişti. Devlet iyi biliyordu, şayet kadınların ajansına mühür vurmaya giderseniz o kapıda onlarca kadın buluverirsiniz. Bunu biliyorlardı ve bu yüzden sabaha karşı herkes uyurken geliyorlardı.

Aradan 6 yıl geçtiğinde bile hiçbir şeyin değişmediğini gördük. Bu kez JinNews’e sabaha karşı baskın yapılmış, ekipmanları sökülüp götürülmüştü. Ama bir şey daha değişmemişti, o da baskın sonrası çekilen görüntüde gördüğünüz devasa masa. “Herkes gidiyor, bir şeyler değişiyor, bir tek bu masa baki kalıyor” dediğimde Beritan’a, “Buna uygun ofis arıyoruz zaten her seferinde” dedi. O masada kaç kadın, kaç kadının, çocuğun, katliamın, şiddetin, işkencenin, yolsuzluğun, savaşın haberini yazıp sesi oldu bir bilseniz…

Onlardan biri de haber müdürü Safiye Alağaş’tı işte... Safiye, Diyarbakır Adliyesi’ndeki erkek meslektaşlarına haber atlatma konusunda kök söktüren bir adliye muhabiriydi. Ben o zaman editoryada, o da mütemadiyen adliyede olduğundan topladığı, atlattığı, yazdığı haberler bazen telefon aramasında, bazen mesajlaşmada, bazen yazıp gönderdiği kağıtla iletiliyordu.

Safiye’nin 15 yıllık meslek hayatında suçu ortaya çıkaran, yankı uyandıran, kamuoyunda ses çıkmasına neden olan o kadar çok haberi vardır ki. Gercüş ve Batman’daki cinsel istismar suçluları, Van’daki kadın katilleri, Mardin ve Diyarbakır’daki kayyımlar, aslında hiç bitmeyen Musa Orhan’lar, görevi kötüye kullanan hâkim ve savcılar…

Bir gazeteci ve bir okur, nihayetinde de arkadaşları olarak hep onur duydum onlarla. Safiye’yi tutuklayanlar, tutuklamalarla, kapatmalarla susturabileceklerini sanıyorlarsa yanılıyorlardı.

“Hikâye anlatıcısı, hakikat anlatıcısıdır,” diyen büyük Ursula, Kadınlar Rüyalar Ejderhalar kitabındaki “Balıkçı Kadının Kızı” yazısında, "Kadınlar nerede yazar, nasıl yazar?" sorusuyla, imkânın, sürecin ve deneyimlerin izini sürer, irdeler ve yol gösterirken, "Bir kalem, bir miktar kâğıt," diyor.

Ve Ursula’nın sözü, yıllar sonra Beritan Canözer’de canlanıyor: “Büromuzu basıp bilgisayarlarımızı aldılar ama arkadaşlarımız telefonlarıyla haberlerini yazmaya devam ediyor.”

"Dünyayı yeniden yazmalıyız."

*

Yazının sonunda bir teşekkürüm var. DİSK Basın-İş’ten Tolga Balcı’nın da yazdığı gibi, kimseler bir şey yapmayınca, üretilecek sözler, atılacak tweetler meslek örgütlerince bürokrasiye takılınca, “Ne bekliyoruz, o zaman biz çabalayalım” diyerek bir avuç gazeteci olarak önce imzayı sonra da Diyarbakır’a gitmeyi organize ettik. Beraber yola çıktığımız ve 43 saatlik yolu giderek uykusuzluğu, açlığı hiç düşünmeden, Kürt basınından meslektaşlarının tutuklanmasındaki büyük sessizliği kırmaya çabalayan meslektaşlarım Yıldız, Elif, Tolga, Canan, Sultan, Derya, Ceren, Anıl, Serpil, Derya, İsa, Faça, Hikmet ve gelmek isteyip de gelemeyen tüm gazetecilere şükrânla…