Tanıl Bora'nın Cereyanlar'ının bıraktıkları
Tanıl Bora'nın kaleme aldığı Cereyanlar'ın bu kadar siyasalın dışında (belki de tam içinde) konumlanan edebi ve varoluşsal bir alan açabilmesi, açmaya devam edebilmesi hayli kıymetli. Diliyle, içtenliğiyle, nezaketiyle, zarafetiyle, “nesnel”liğiyle, özeniyle, buyurgan olmayan üslubuyla, bitmek bilmez sorgulamalarıyla, sessiz başkaldırışıyla, alarmist olmayan çalışkanlığıyla, farklı cenahlardan tecessüs aşkı olanlara açıklığıyla okunmayı ve tartışılmayı, layıkıyla “eleştirilmeyi” fazlasıyla hak ediyor.
Özlem Gülçiçek
Tanıl Bora’nın “Cereyanlar”ıyla karşılaşmamdan yana pek çok “cereyan”a tanıklık ettim. Zamanla okumam, düşünmem, eylemem değişti. Cereyanlar sadece Türkiye’nin ideolojik cereyanları değildi artık benim için. Sadece çok şey öğrenmekle kalmadım, bazı bilmelerimi yıktım, bazılarını yeniden kurdum, bazılarını yönlerini bulsunlar diye durdurdum. Cereyanlar’a kapılıp gitmek de mümkün. Fakat emek, özen, sorgulama isteyen bir kitap. Yüzleşme de talep ediyor sessizce ama bunu sanki Tanpınar şefkatiyle yapıyor. Tarihçi Norman Davies geniş ama sığ olan kozmik yaklaşım ile genişlikten yoksun ama derin olan dar yaklaşım arasında bir denge kurmak gereğinden bahseder; Cereyanlar tam da bu zoru başarabilmiş bir kitap.
İlham kaynağı Hilmi Ziya Ülken'in “Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi” kitabı olan Bora, Geç Osmanlı’dan bu yana Türkiye’de etkili olmuş siyasi akımları; bu akımların tartışmalarını, bazen köşede bucakta kalmış yansımalarını, dönüşümlerini, dokunma ve kopma noktalarını, öne çıkan düşünürlerini; derli toplu ve olabildiğince nesnel ihata etme çabasını sunmuş bizlere. On beş yıl önceye giden bu düşünceyi kitap yayımlanmadan beş yıl önce yazıya dökmeye başlamış.
Cereyanlar on bir ana bölümden oluşuyor: “Geç Osmanlı Zihniyet Dünyası, Batıcılık, Kemalizm, Milliyetçilik, Türkçülük ve Ülkücülük, Muhafazakârlık, İslâmcılık, Liberalizm, Sol, Feminizm ve Kürt Siyasal Hareketi”. Her bir başlık bambaşka insanlara, anılara, düşüncelere dokunuyor; sessizce yakınlaşıyor, sakince uzaklaşıyor. Türkiye’deki siyasi akımların atlamalı ve iç içe geçmeli gelişimi gereği tamamıyla kronolojik gitmese de, bahsi geçen kişilerin doğum ve ölüm tarihlerinin belirtilmesi takibi oldukça kolaylaştırıyor. Bora’nın farklı akımlara hâkimiyeti makro bakışın kaybolmamasını sağlıyor. Ayrıca akımlar arasındaki ilişkilenmeleri de muazzam bir titizlikle inceliyor, bölümler arası iç göndermelerle de okurun bağıntıları rahatça görmesini sağlıyor. Farklı cereyanlara dair sunduğu bütünlüklü bakış sayesinde de pek çok benzer kitaptan ayrışıyor. Ahmet Mithat Efendi demişti ki: “Oğlum! Yalnız bir şeyi öğrenmeli, fakat mükemmel olarak! Yahut her şeyi öğrenmeli, bittabi nakıs olarak. Osmanlılığımızın bugünkü haline nispetle şu iki şıktan bence ikincisi müreccahtır.” Sanırım bugünkü halimizde bile Tanıl Bora ikisini de yapabilen nadir entelektüellerden.
Bora bu kitabı beş yılda yazdığını söylüyor ama bir ömrün çalışması elbette. Kendi kelimeleriyle, birikimiyle, eleştirel düşüncenin güzelliği ve emeğinde konuşuyor. Sanki kitaplara sıkıştırılmış bir anlatı değil de, bir Hoca’yı, bir arkadaşı dinlemek gibi. Cereyanlar hakkında pek çok tanıtım yazısı yayımlandı. Bora’nın da arzu ettiği şekilde “ilk girenler için panoramik bir bakış sunması” konusunda mutabakat çok güçlü. Ya da Mehmet Ö. Alkan’ın dediği gibi düşünce tarihçisine yaraşır şekilde, noktası konmuş bir çalışma değil; soruları devam ettiren, birçok çalışmaya kapı aralayan bir başlangıç. Bora “aktüalitenin hararetine kapılmadan, yakın zamanların ideolojik hercümercinin tortusunu süzmek gerekiyordu, zor iş” demişti, o zor işi başarmış kanımca. Kerem Görkem “Cereyanlar, Türkiye siyasi iklimine uğramış ideolojilerin tam teşekküllü bir tarihini sunuyor” diyor, ama çok daha fazlası var sanki. Cereyanlar’ın neden okunması gerektiğini pek güzel anlatıyor Murat Bjeduğ, yazısındaki umut vurgusu başkaca önemli. Ben kitabı okumaya başladığımdan bu yana Pandora’nın pithos’unda sakladığı o tuhaf şeyi hissettim, hissediyorum.
CEREYANLAR’IN ANLATTIKLARI
Bu yazıda bu umut hissinin peşine düşüp –Cereyanlar’ın ne anlattığından ziyade– bana neler anlattığından, hangi kapıları açtığından bahsedeceğim. Bir siyasi ideolojiler kitabının bu kadar siyasalın dışında (belki de tam içinde) konumlanan edebi ve varoluşsal bir alan açabilmesi, açmaya devam edebilmesi hayli kıymetli. Diliyle, içtenliğiyle, nezaketiyle, zarafetiyle, “nesnel”liğiyle, özeniyle, buyurgan olmayan üslubuyla, bitmek bilmez sorgulamalarıyla, sessiz başkaldırışıyla, alarmist olmayan çalışkanlığıyla, farklı cenahlardan tecessüs aşkı olanlara açıklığıyla okunmayı ve tartışılmayı, layıkıyla “eleştirilmeyi” fazlasıyla hak ediyor.
Cereyanlar’a başlarken detaylı ve özenli bir çalışma bulacağımı biliyordum, ama bu denli zenginleşeceğimi, dinginleşeceğimi, heyecanlanacağımı tahmin etmiyordum. Malumatfuruş bir birikim de değildi bu, bazen bir kelimesiyle bile “revnak”landırıyordu mücadele derdimi. Biraz daha okumak, derinlere sinmiş ezberlerimi kırmak, bildiklerimi yeniden sorgulamak, tartışmak, sahih bir cesaret göstermek ve hatta değişmek/dönüşmek için güç veriyordu.
CEREYANLAR'LA KURULAN DOSTLUKLAR
Farklı dostluklar kurdum Cereyanlar sayesinde. İnsanın arkadaşının arkadaşını sevmesi pek güzel olur ya, öyle bir hisse kapıldım. Kolay değil, pek çok yanlış karşılaşma var hayatta. Çok fuzuli arkadaşlıklar, tanışlıklar, çamurlu acılar var. Cereyanlar olmasaydı Baha Tevfik’i, Ahmet Rıza’yı, Yahya Kemal’i, Abdullah Cevdet’i, Trilobit şiirini yazan Asaf Halet Çelebi’yi, Emin Eliçin’i araştırmayacaktım belki. Şinasi’nin paltosunu merak etmeyecektim. Nurettin Topçu’ya, Bergson’a alan açmayacaktım, Akçuraoğlu Yusuf’tan “Muasır Avrupa’da Siyasi ve İçtimai Fikirler, Fikri Cereyanlar”ı okumayacak, şimdiki zamanda teceddüd ve intibah ihtimalini ve pek sevdiğim müverrih Tukidides’i sorgulamayacaktım. Cemil Meriç ile Puşkin ve Çernişevksi okumayacak, “Hakikat daima hakikattir ama her çağın, her ülkenin susuz olduğu hakikatler başkadır”ı tartışmayacak, masum bir hayal kırıklığıyla Cemil Meriç’i anlama çabamdan vazgeçip, onu “konfor”uyla baş başa bırakmayacaktım. “Eşitlik olmayan evlilik mümkün olamaz” diyen İlk Türk romanlarından “Taaşşuk-i Talat ve Fitnat”ın ve ilk Türkçe sözlüğün yazarı ve de Ali Sami Yen’in babası Şemseddin Sami’nin hayat arkadaşına aşkına ve devrimci feminizmine, muhteşem bir baba oluşuna şahit olmayacaktım. Aydın Sayılı’nın, May Sarton’ın babası ilk bilim tarihçisi George Sarton’ın öğrencisiyken konuşmalarını okumayacaktım. Ziya Gökalp’ın uzak mefkûresinin nasıl da içimize dokunduğunu fark etmeyecek, demokrasi ve feminizmin ilk kimlerle icat olduğunu öğrenmeyecektim. Abdülhak Şinasi’nin inanılmaz diliyle ve anlatımıyla tanışmayacak, Sultan Hamit zamanı yaşanan Sansörlük Garabetleri’ni öğrenmeyecek, “Sevgilim, Fuat Paşa’nın Ahmet Vefik Paşa’ya dediği türden bir pırlantasın sen, değirmen taşı büyüklüğünde bir pırlanta; senden ne bir yüzük taşı yapılabilir, ne de bir binek taşı. Fakat bir pırlantasın işte” demeyecektim. Metin Erksan’ın “Hareket” çevrelerinde dolandığını görmeyecek, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun “okuyucuların ilmi ve fenni bahislerde karşılaşacakları her türlü güçlükler ve tereddütlerden kurtarmak için sorulacak suallere cevap vermek” amacındaki “Yeni Adam” dergisinde Beşir Fuad’ın üstat gördüğü Emile Zola sayısını bulmayacaktım.
Hamit Bozarslan’la Ortadoğu kuyularına dalmam gerektiğini anlamayacaktım. Tevfik Fikret’in nasıl deli bir isyankar olduğunu Asaf Halet Çelebi ile konuşmayacaktım; “Aşk deniz değil mi? Şiir bize müşahhas malzeme ile mücerret bir alem yaratmaz mı? Sudan geldiğimizin bunca aşikâr olması bile birleştirmez mi bizi, söylesene sevgilim? En köpek karanlıkta, en büyük sular gibi değil mi? Rübab-ı Şikeste ihtimali değil mi, söylesene, gözlerin?” demesini duymayacaktım. Hiç konuşulmayan Falih Rıfkı’nın “Roman” adındaki “postmodern” çalışmasında gizli bir devlet feminizmi eleştirisiyle karşılaşarak şaşırmayacaktım. Aybar’ın ezilenlerin uyanışının doğal akışına fazla müdahale etmeme temkinini patriyarka bağlamında sorgulamayacaktım. Eski zamanlarda karşılaştığım Galatasaray Liselileri sevdiklerime tanıtmak için biriktirmeyecektim. Okumalara hiç doyamadığım, en dürüst ve biricik kitap sandığım, Yahya Kemal’in “Siyasi ve Edebi Portreler”ini müthiş bir keyifle okumayacak, sonrasında sukutu hayale uğrayıp ıssızlaşmayacaktım. Yahya Kemal’le “Zorla kavimlerin dinlerini değiştirdiklerinde kalplerindeki sevgiyi değiştiremiyorlar ki. İktidar insanın hayallerine el koyamaz ki. Biliyorum bütün ahlaksız silahlarla da gelseler, yalnız kaldığında aklına düşene, sevdiğine engel olamazlar. Ama yine de ötesi zor olduğu için din değiştirmemeli insan sanki. İnsan onuru denen şey önemli değil mi? Yaşamaya değecek mi ki?” konusunu konuşmayacaktım. Machel ölmeseydi de Mugabe olmayabilirdi demeyecektim.
CEREYANLAR: MÜHENDİSLİK VE EDEBİYAT
Mühendislikle edebiyatı hemhal eden bir çalışma Cereyanlar. Söylemesi kolay ama zor bir iş beceriyor Tanıl Bora. Disiplinli, analitik, hummalı, ince eleyip sık dokuyan bir çalışmayla ortaya çıkan ama malumatfuruş olmayan, –Meriç’in sentetik aydınları suçladığı gibi– bilgi alanına sıkışıp apolitik kalmayan, bilginin ve tecessüsün zevkiyle yazılan bir kitap. Böyle olduğu halde pek zarif bir ihtimam gösterip, “iktidarı bize vererek” anlatmaya çalışıyor. Abdülhak Şinasi’nin Ahmet Cevdet Paşa’ya dediği Tanıl Bora için de söylenebilir; eserlerinde kıymetli bir edebiyatçının kabiliyeti, zevki ve tadı duyuluyor. Elgar’ın çello konçertosu gibi dingin, duru, dinledikçe ilişki kurulan bir tonu; huzuru ve hüznü bir arada barındırmasına rağmen açıklığından ödün vermeyen bir duruşu var. Politik, tarihi ve biraz da gündelik bir heyecandan varoluşsal salınmalara kolayca taşınan, ilmek ilmek örülü bir matematik sinmiş tüm kitaba. Öte yandan Haden’ınkine benzer ince bir kontrbas da var arkada, savrulmayı gizlice önlüyor.
ELEŞTİREL DÜŞÜNCENİN ZARAFETİ
İki yıla yaklaştı Cereyanlar hakkında yazmaya başlayalı. Bora’nın ilk bölüm olan “Geç Osmanlı Zihniyet Dünyası”ndan itibaren vurguladığı, hep kurtarılması gereken bir sorun olduğundan eleştirel düşünceye izin verilmemesini hatta düşüncenin çokça şımarıklık olarak alımlanışını sorgulaması hep aklımdaydı. Gündeliğimde bile Cereyanlar’dan öğrendiklerimle paralel izlekler çıkarmaya çabaladım. Pek çok yeni fikirle, kavramla, soruyla, karmaşayla, insanla, merakla tanıştım. Daha da kıymetlisi bunların arasında önceden sevmediklerim ve ilgilenmediklerim de vardı çokça. Bora’nın referansıyla ve pozitif şüpheciliğiyle yaklaştım bu sefer daha önce uzak kaldıklarıma. Cereyanlar eleştirel düşüncenin tatlı zehrini bıraktı sessizce. Dahası hep daha etraflıca düşünme, anlama çabası getirdi. Aslında hep bir teyakkuzda olma hali ama tatlı, hırpalamayan bir teyakkuz.
CEREYANLAR’IN UMUDU
Cereyanlar’a içkin “umut”u bulmak için emek vermek gerekiyor. Çünkü pek çok acıyla, hayal kırıklığıyla, ihanetle, polemikçilikle, sığ bir pragmatizmle, yer yer insanı dehşete düşüren bir kötülükle dolu bu topraklarda vuku bulan cereyanlar çokça. Fakat bu çalışmayı en özel kılan farklılıklardan biri belki de bu zorluklardan bahsederken bir yandan da umudunu koruyabilmesi. Umut pek çok konuda dağılmış; zarafete, hakikat aşkına, disiplinli çalışmaya, bilim tutkusuna... Elbette gül bahçesi vaat etmiyor, hatta açıktan pek umut vermiyor, distopyalara savrulmak bile mümkün. Konformizmin, eleştirel düşünceyi tatmamış devrimciliğin, eylemden azade laf kalabalıklarının dayanacağı yer değil. Zarif ve sade gülümsüyor, daha güzel bir yaşama ihtimaline, anlama çabasına elini uzatıyor fakat başöğretmenlik yapmıyor. En beklenmediklerden bile sürekli bir taarruz altındayken, sürekli teyakkuzda kalmamız yaşamak için elzem olmuşken, ne muazzam! Bu umutsuzluk vasatında “Baba”nın çabasını ve sevgisini, özenini vermesine rağmen iktidarını kurmayan bir kitap Cereyanlar. Bir de kimilerinin “insan”a kötü bir mahlûkat deyip geçtiği, bunun değişmeyeceğine katiyetle inandığı, değişmek ve değiştirmek adına şikâyetten ziyade bir şey yapmadığı, sevdikleri götürülürken gözlerini kaçırarak perdelerini kapatabildiği zamanlarda; “kötülük”ün içimizdeki çocuğun dizlerini hunharca parçaladığı zamanlarda; hala iyiliğin, iyi insanların, mücadelenin, zarafetin olabileceğini gösterdiği için müteşekkirim.
ACIYLA VE ÇİRKİNLE YÜZLEŞMEK
Bazen Cereyanlar’ın bazı anlattıklarını, meydan okumalarını, sessiz eleştirilerini kabullenmekte zorlandım. Ama çoğu zaman böyle değil midir bildiklerimizden bambaşka şeylerle karşılaşınca? 35 yıldır biriktirdiklerimiz vardı. Humboldt’un “çokluk içinde birlik”ini bulamayabiliyorduk. Ama acıyla da, çirkinle de yüzleşmek gerekiyordu. Cereyanlar’da böyle oluyordu. Konformist bir distopyaya gidilmiyordu. Orhan Koçak’ın, Ataç’a atıfla dediği gibi; adlandırılmış acı, acıtıcı niteliğinden tam sıyrılmasa bile artık bilgiye dönüşmeye başlamış demektir belki de. Bu da başka okumalarla değişecek günün birinde.
‘TARİHE KISA DEVRE YAPTIRMAK’
Hülasa, Cereyanlar’ı benzer ideoloji/düşünce tarihi kitaplarından benim için daha farklı ve özel kılan dili, dinginliği, bu zengin ve geniş akımlar arasında incelikle kurulan bağıntılar, nesnel kalma çabasıyla birlikte sürekli bağıran slogancılıkla konuşan dile ve politik tutuma karşı “sessizce” duyuruşuydu.