Tanrı heykellerine yahut tiran büstüne bürünen iktidar

Bizler mi? Spartaküs'lerin peşine takılmadıkça bu inşaatın ya asansörlerinden düşer, ya madeninde kalır, ya da sermayenin dişlilerine yem oluruz, açlık ve savaşlara kurban olmayacak kadar şanslıysak tabi.

Abone ol

Can Deniz Eraldemir

“Gloucester Dükü Richard:

Siz kraliçe, ya da kocanız kral olmadan önce,

Ben onun önemli işlerinde at gibi çalışırdım,

Teker teker ayıklardım düşmanlarını,

Dostlar eli açık davranırdım.

Kanını kral kanı yapmak için kendi kanımı akıttım.”

W. Shakespeare

Antik çağın yoksul dar sokaklarından geçip sarayın önü sıra açılan ana meydana ulaştığınızda kuvvetle muhtemeldir ki karşınıza çoğunlukla hükmü bir şehri kapsayan 'yüce' tiranın el işçiliği heykeli çıkardı. Üstelik çoğu zaman bu heykelin aslı kolsuz ve yüzsüz yapılmıştı. Çünkü tiranlar zamanla değişirdi. Eh! Kime çarpıldığını bilmeden o şehirde yaşanmazdı ya. Bu pratik içinde her yeni tiranın hükmünün sembolü olacak ona özgü hareketiyle ve silahıyla bir kol ve tiranın kim olduğunu gösterecek bir yüz tekrar ve tekrar yapılabilirdi. "Yaşasın yeni tiran!" Yoksa o dönem 'tam organik' sanatçılarının tarih doğuran sınıf savaşına kapılıp, "tiranlar üretecek bir ele sahip olacak ve ezilenin yüzüne bakacak kadar güçlü değillerdir" diyeceğini sanmamız hiç akıl karı değil. Tarihsel süreklilikten olacak bugün bile bunu diyebilen çok az bulunuyor. Tiranın hükmüne inat tanrı heykelleri ise göz bağlayan tapınakların içinde ve eksiksiz yapılırdı; mutlak olan karıştırılamaz nasıl olsa ve ömrü uzundur. Zira devleti "Tanrı korusun." Putlar yıkılana kadar.

Şehir devletlerinin bağırsağı andıran daracık sokaklarından İmparatorlukların zulmü bitmez uzun ticaret yollarına üç beş yüzyılda çıkan insan evladı- dönemin feodalitesine kapılıp insanoğlu demeyelim biz- iktidar sahibini kutsayıp somutlamaktan hiç çıkamadı yalnız. Zulmü ve buhranı arttıkça hem Sezarlar tekleşti, hem de Tanrılar muğlaklaşıp, mutlaklaştı. "Nasıl ki din insanlığın teorik savaşımlarının özetiyse, siyasal devlet de pratik savaşımlarının özetidir."(1) Öyle ki Sezar heykelleri belirgin bir büyüklüğe ulaşırken, Tanrı tanımı büyüklükten aşkın bir biçimsizliğe atbaşı uzanıyordu. Ki insan doğayla savaşımında her tökezlediğinde her şeyi abartıyordu. Cato'nun deyişiyle "Kartaca yıkılmalıdır" çünkü dünya küçüktür yahut bu çoğu maviye boyalı gezegene iki Sezar hep fazla gelmiştir. "Büyük imparatorlukların büyük Sezarları olur."

"'Yeryüzünde benden büyük yok: ben tanrının düzen kuran parmağıyım.' Böyle böğürüyor bu canavar." (2)

Hangimizin atası büyük bir Collesium'da herhangi bir yüce Sezar'ın tombul parmağı yeri değil de göğü işaret ettiği için hayatta kaldı? Soy kütüğünün şanlı birikimine sahip hangimiz o parmaktan azade olduğunu söyleyebilir, soyunu Spartaküs'e dayandırmadan ama. Çünkü bizim sınıftan Spartaküs'ün peşine takılmayan ya Collesium'un tribünlerinde müşteri kılınır yahut sahadaki aslanın en sevdiği yemeği olur, birbirine kırdırılmayacak kadar şanslıysa tabi. Spartaküs'lerin o dönemde heykeli yapılmıyor ya tanrının lütfu ve Sezarın heykelinin gölgesi elbet üstümüzdedir. "Çok yaşa Sezar! "

Tanrının Müslüman elçilerinin heykel yıkımlarından sonra bir ara Hristiyan elçileri ahlak adına elleri altındaki bütün heykelleri bir güzel ya hadım ederler ya örterler, kadınlığını veya erkekliğini öldürmek yetmez, ama evet dercesine.

İmparatorluklar çağının kapıları daha kapanmamışken dönüp dolaşan kirli paranın peşi sıra boy atan bir sınıf, 'bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler'e sığınan mösyö burjuvazi, tam da o heykelleri hor görerek kralın tahtını atıp sarayına kuruldu. Çok geçmeden o altüst içinde önderlerinin büstleri ve heykelleri meclis koridorlarında poz veriyordu. Giyotinin izin verdiğince…

Gün geçtikçe dikilen her heykel yapanlardan da örneğinden de farklılaşıyordu. Hükümden gayrı hakimi beğenmez bir zilliyet haliyle.

ŞARK CEPHESİNDE YENİ BİR ŞEY YOK!

Kurtuluş Savaşının hemen ertesinde egemenlik kodlarının yeniden yazımı bu topraklarda egemen sınıfa ve tarihe benzer bir akış tutturdu. Yeni ulus devletin ve sonrasında elbet milletin biçimini tunç ellerle döken kurucu babaları betondan heykellerinin altında burjuvazinin söylemlerini dilimizde benzer bir ciddiyetle formüle ettiler. Zamanın gerekliliklerince devlet ve millet ıslah edilmeliydi. Muasır medeniyet.. Bu formülasyon içinde kâh 'adalet mülkün temeli'ne dönüştürüldü, kâh 'muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcut' bulundu. Zaten gerisini benden iyi bilirsiniz.

Bu günlerde aynı topraklar, benzer bir devlet ve millet dökümüne şahit oluyor. Dönüp dolaşıp geldiğimiz hüküm ne yazık ki aynı… Muasır medeniyete ulaşmaya çalışan değil ama, ona rakip olacak pek milli ve dini bir devlet biçimi üstelik bu seferki diğerinden de koyu bir hatla oyulmakta. Çıkar tahterevallisinde bir atananın yükseldiği bir seçilenin yükseldiği garip bir devinim hali. Belediye başkanlarını belediyeden kayyumlar kovalıyor bir yandan, bir yandan başka bir seçilmiş mutlak ve muğlak bir yetkiyle devletin sahibi olmaya çalışıyor. Meclisi savunur hale geldik, evet şehir devletlerinden kalan meclisi… Kolunun uzandığına yumruğunu da duasını da savuran bir egemenin lütfuna sıkıştırılmak üzereyiz çünkü. Hükmünü ilan eden muktedir her ne kadar heykellerden hoşlanmasa da akıl almaz bir inatla mütehakkim yüzünü sergileme uğraşıyor: Hükmünü simgeleyecek heykelini diktirmek geldiği geleneğe aykırı. Ama kendi yüzünü ve hükmeden elini sergilemeye pek de meraklı.

Bizler mi? Spartaküs'lerin peşine takılmadıkça bu inşaatın ya asansörlerinden düşer, ya madeninde kalır, ya da sermayenin dişlilerine yem oluruz, açlık ve savaşlara kurban olmayacak kadar şanslıysak tabi.

1. K. Marx, “Arnold Ruge’ye Mektup”, Eylül 1843, K. Marx, F. Engels, Felsefe Metinleri içinde, Sol Yayınları, Ankara, Birinci Baskı, 1999, s. 23-24

2. Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt