Tanrıların savaşları
Şeytanla İsa’nın birbirine karşı mücadelesi en uzun süren tanrı savaşlarından biridir. İsa galip gelsin de yakılanların ruhu göğe erebilsin diye yüzbinlerce kadın ‘cadı’ olarak suçlanıp öldürülmüştür.
Kültür tarihi boyunca sadece insanlar değil, tanrılar da birbirleriyle savaş halindedir. Tanrılar arası savaşları konu edinen mitlerde, düzen değişiklikleri ve yeni düzeni temsil eden tanrıların eski tanrıları nasıl al aşağı edip yerlerine geçtikleri anlatılır. Almancada bu durum ‘Götterdämmerung’ kavramıyla ifade edilir. Bu kavram, eski ile yeni arasındaki karşıtlığı çok iyi bir biçimde açıklar. Her ne kadar fethedilen bölgelerde galip gücün dini mecburen kabul edilse de tanrılar arası şiddetli anlaşmazlıklardan bahseden mitler de mevcuttur. Bu bağlamda örneğin, şimşekler fırlatan Zeus’un aşk ilişkilerinin ardında yerli, anaerkil kültürlerin ataerkil Hint-Avrupa menşeli, eski Yunan dünya anlayışına dönüşümünden başka bir şey yatmadığı çoktan kabul edilmiştir. Zeus’un birer ‘aşk hikayesi’ kılıfına uydurulan bu ilişkilerinin amacı, yerli tanrıçaların aşağılanmasından başka bir şey değildir.
TANRILARIN SAVAŞLARI SONRAKİ İNANIŞLARI ÖZETLER
Aynı şekilde Aiskhylos’un Oresteia adlı eserinde de Athena ve Apollon gibi ataerkil tanrılar anne katili Orestes’in tarafını tutarken (son derece çirkin olarak tasvir edilen) Erinyalar eski anaerkil düzeni temsil etmektedir. Zafer, ‘idealist’ Olimposlularındır.
Tanrıların savaşlarını konu edinen anlatılar, çoğunlukla sonraki çağların tanrı inançlarını özetler: Bir yaşam ya da varoluş biçiminde gerçekleşen dönüşümler, tanrısal düzlemde de belirgin bir paradigma değişimi olarak gerçekleşir.
Bunun en klasik örneklerinden biri, Yunan mitolojisinde Titanlarla Olimposlular arasındaki savaştır: Titanlar, doğaya teslimiyeti temsil ederken, Olimposlular gitgide kentleşen ‘başat kültür’ün sembolü olarak doğaya her tür teslimiyetin ötesinde ahengi, ölçülülüğü ve insani değerlerin ‘ebediliği’ni simgeler. Bu nedenle Olimposlular, birinci Aydınlanma çerçevesinde eşsiz bir biçimde aynı anda hem teolojik hem seküler bir ütopyanın temsilcileridir: Dolayısıyla Platon’dan Alman İdealizmine kadar teleolojik açıdan insan idealini oluşturan her şey Olimposlularda vücut bularak temsil edilmektedir. Bu insan ideali de doğal olarak son derece tek yönlüdür ve ‘yaradılışın baş tacı’ olarak nitelendirilen insanı kendi narsisizminin kurbanı haline getirmektedir: Bu tek yönlülükten doğan uygulama, M.Ö. 9. yüzyıldan itibaren yazıya sahip kültürlerin ‘çift yönlü’ olarak gelişmesini sağlar: İnsan, tanrıların buyurduğu ideale yaklaşabilmek için ‘titanik’ doğasını inkâr etmek zorunda bırakılmıştır. İşte bu da türlü çeşit ‘tanrı savaşı’nın altında yatan nedendir.
NİETZCSHE’DE APOLLON-DİONYSOS İKİLİĞİ
Yunan kültürünün bu şekilde tek yönlü olarak ‘apollonize’ edilişini eleştiren Nietzsche, ‘Tragedyanın Doğuşu’ adlı eserinde Apollonizmin dinler tarihi kapsamında oldukça geç görülen bir gelişme olduğunu tespit eder. Buna göre Nietzsche’nin Dionysos’u 19. yüzyıldan bu yana arkaik-titanik doğanın dönüşünü temsil etmektedir. Böylelikle Apollon-Dionysos ikililiği de insanın kendisini stereotipik olarak idealize etmekten vazgeçmediği sürece tanrı savaşlarının da bitmeyeceğini göstermektedir.
Bu açıdan bakıldığında M.Ö. 5. yüzyılın Perikles dönemi Atina klasisizminde Yunan tragedyası, insanın idealize edilmesinin imkansızlığının süblim bir tasviri, böylelikle titanik gerçeklik (Dionysos) ile olimpik ideal (Apollon) arasındaki çekişmenin devamı olarak ortaya çıkmaktadır: Asıl gerçeğin temelinde yatan şey, insanın ölümlü olması, ölümün devamlı rasyonalize edilerek mutlak ötekiye dönüştürülmesidir.
Tragedya, ölümü kabullenmek zorunda olan, ölümsüzlüğünse ancak tarihin akışı içerisinde nesillerin mitosu aşmasıyla erişilebileceği bir dünyayı tasvir eder. Dolayısıyla tragedya Dionizyak olanı işlerken aynı zamanda mitosu da aşmış olmaktadır.
İSA İLE ŞEYTANIN SAVAŞI
Hıristiyan Ortaçağ’da dünya tamamen bir sınav topografyasına indirgenmiştir: Dünya, bir nevi ölüm sonrası hayata bir hazırlıktır. Her bir insanın bedeni burada yepyeni ancak aynı zamanda da çok eski tanrıların savaş alanını sembolize etmektedir. Bir yandan titanik başkaldırının başını şeytan çekmekte, diğer taraftan ruh, yani tanrısal “nefes” İsa’ya bahşedilmektedir: Şeytanla İsa’nın ‘ruhları kazanmak için’ birbirine karşı girdikleri mücadele en uzun süren tanrı savaşlarından biridir. İsa galip gelsin de yakılanların ruhu göğe erebilsin diye yüzbinlerce kadın ‘cadı’ olarak suçlanarak öldürülmüştür. Kutsal engizisyon da (özellikle kadın tarafından temsil edilen) titanik güçleri durdurmak için dünya üzerinde kurulan tanrısal bir ordudur âdetâ.
SEKÜLER ÇAĞDA TANRILAR SAVAŞI
19. yüzyılın sonunda Nietzsche ‘tanrının ölümünü’ ilan ederken bitmeye yüz tutmuş 19. yüzyılın dinamiğini felsefi düzlemde dile getirmektedir: Bir çağ -klasisist idealizm çağı- sona ermektedir, böylelikle savaş taraflarından birinin temsilcisi de gitmiştir. Tanrının ölümü semiyotik düzlemde kendini femme fatale’nin yeniden ortaya çıkmasında gösterir, çünkü statükoyu sürdüren erkekleri öldüren femme fatale, binlerce yıldır bastırılan titanik prensibi dirilten okkült kültleri kullanır ya da diğer bir deyişle tanrıların Pantheon’unu tamamen boşaltan bilimi: İnsan, artık mutlak bir yalnızlığa düşmüştür ve seküler bir biçimde uzayda bir anlam aramaktadır. Dünyada terk edilmiş insan artık daha önce hiçbir insanın görmediği evrenlerde yeni bir anlam arayışına girmiş, ancak bilimsel olarak engin bir boşlukla, edebi açıdansa titanik bir canavarla karşı karşıya kalmıştır. Lovecraft, son derece arkaik olanı uzaydan tekrar dünyaya getirmektedir, ‘Cthulhu’ adlı amorf varlık kadim tanrıların zaferini temsil eder. Öte yandan Ray Bradbury de ‘Cennet Mars’ta’ adlı eserinde bir mürettabatın üyelerini Mars gezegeninde sevdiği ama kaybettiği insanlarla karşılaştırır. Kısa bir süre sonra ise bunların birer Marslı olduğu ve hepsini öldürdüğü anlaşılır. Görünüşe bakılırsa, tanrı savaşları seküler çağlarda da devam etmektedir. Bu savaş, postmodernitede en belirgin şekilde sinemanın dişi ‘Alien’ canavarı tarafından sembolize edilir. Çünkü bu canavar için insan sadece bir araçtır: Böylece her tür idealin ve idealize edilmenin sonuna gelindiği anlaşılmaktadır.
*Prof. Dr. / Dokuz Eylül Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Karşılaştırmalı Edebiyat Bölüm