Akıl, yaptığı işte tanınmadığında zihin yerine kullanılan bir sözcüktür. Arapça bu sözcük, ˁiḳāl bağ anlamına; aynı Sami kökten İbranice ˁāḳal ve ˁāgal; kıvırmak, halka yapmak anlamına gelmektedir. En belirgin özelliği, bağ kurabilme yeteneği olan aklın Türkçesi Us’tur.
Zekâ ise tezkiye edilmiş akıldır: filtre edilmiş, temizlenmiş, saflaşmış, fazlalıklarından kurtulmuş. An’da bulunan yetimiz zekâmızdır. Zihin ise zamandadır, gürültücüdür, taklitçidir, depolar, anılarda yaşar. Krishnamurti, zihnin bir perde olduğundan, daima geçmişte yaşayıp, geleceği planladığından söz eder.
Bu tanımlar ışığında, Kur’an’da, pek de düşünmediğimizi bize sıkça hatırlatan ayetleri, efelâ teżekkerûn? Bertrand Russell’a ait olduğu düşünülen bir cümleye kulak vererek, yeniden değerlendirelim:
“Çoğunluk, önyargılarını düzenlemeyi düşünmek zanneder.”
Akıl yetimizi kullanmamızı eşdeyişle düşünmemizi öneren bu ve benzer ayetlerin muhatapları kimlerdir? Zihin sahipleri değil şüphesiz, oysa çoğunlukla zihnimizde yaşıyoruz.
Bilgeler, sahibini mutlu etmeyen zekâyı pek önemsemezler; zaten tezkiye edilmiş akla zekâ dendiğini, diğerinin ise aslında zekâ değil kurnazlık olduğunu bildikleri için böyle emin konuşurlar.
İlkesine bağlı düşünmenin, düşünmek demek olduğunun idrak edilmesi olan akıl, mertebeli bir yetimizdir. Tasavvuf felsefesinde, aklın en alt düzeyde olduğu aşamaya ‘maişet aklı’ denir. Bu mertebede olan akıl hizmetçidir; beslenmek, korunmak, üremek gibi maddesel yaşama ilişkin bilincin hizmetindedir. Bu seviyedeki akıl değer üretmez. İnsan, yaşamın asıl amacının ne olduğu üzerine düşünmeye başladığında, ‘aklı mead’ eşdeyişle gayiî/ereksel akıl devreye girmiş demektir. Ereğe, ilkeye taşıyacak tüm araçların, bir amaç altında toplanarak, ilkesel düşünmeye geçme aşamasıdır.
Âhiret yaşamının, aslında, düşünce yaşamı olduğunun altını çizen büyüklerimize kulak verirsek; âhir/son olanın, aslında düşüncemizin içeriği aracılığıyla, yaptıklarımızla kesintisiz bir hesaplaşma demek olduğu daha iyi anlaşılır. İlk ikisine değinmekle yetindiğim mertebelerin sonuncusu, yedinci mertebedir ki akıl artık kemâline ulaşmıştır.
Aklın, ilkesine bağlı işleyişinin bir zorunluluk olduğu, İslâm’da Cebrail ile anlatılmıştır: Cebr eden, zorunlu bir yeti olarak akıl, ki bir adı da ‘namus-u ekber’dir. Aklı olmayanın namusu olmaz denir, böylece ilkesel düşünmenin önemine dikkat çekilir. Yasa, töre anlamına gelen namus sözcüğünün Yunancası nómostur. Hatta, Hz. Muhammed’e, kendi Cebrail’i tarafından indirilen Kur’an gibi anlatımlar; bu yetinin hazırda bekleyen bir dış mekanizma olmadığının, bunun her bireyin kendisi tarafından işlerlik kazandırılması gereken bir yeti olduğunun vurgulanmasıdır.
Kur’an’da geçen ‘faal akıl’, felsefede ‘edimsel us’ demektir. Faaliyet, iş demek değildir; tıpkı eylemin, edim olmadığı gibi. Bu sözcükler sıkça birbirine karıştırılmaktadır. Faaliyet/edim mutlaka erekseldir; ereği dışındaki hiç bir amaçta doyum bulmayan yönelimdir. Bu nedenle, kemâline ermek isteyen akıl (edimsel us olma yolunda ilkesine kilitlenmiş akıl) kendi üzerine geri dönmek zorundadır. Yazının girişinde yüzeysel olarak değindiğim etimolojinin bu bağlamda değerlendirilmesi yerinde olur.
Nefs, ruh; psükhe, pneuma üzerinde düşünülmesi gereken kavramlardır. Bu ayrımların bilinçli yapılabilmesi, aklın ne olmadığının anlaşılması açısından önemlidir. Nefsin merkezi akıldır, akıl hangi düzeydeyse nefsi o düzeyde tecelli ettirir. Nefs de mertebeli olarak ele alınır, yedinci seviye son aşama olarak kabul edilir. Maişet aklının nefs tecellisi ise emmare düzeyi nefstir: Nefs emreder akıl da ona uyar. İkinci derece, özeleştirinin başladığı, levvame düzeyidir; aklın ise mead aşamasına çıktığı seviye.
Akıl, dolayısı ile nefs yükseldikçe (letâfet kazandıkça) kapsayıcı olur. Daha aşağıdaki nefs seviyesinden atılan taş, üst düzey aklı incitmez. Aklımızın yetkinliği, nefsimizin tecelli ettiği düzey ile doğrudan ilişkili olduğu için, üst seviyedekiler daha alt seviyedekileri kapsarlar. Hatta, onlarla ilişkilerinde, kendilerinin daha önceki hallerini tanıdıklarından dolayı, kimseyi kendilerinden ayrı göremezler. Aklı övdük, öykündük. Aklın yükseldikçe nefsin de kendiliğine yönelmesi; dönüşmesi çok önemlidir. Dönüşemediği için, aklın ağırlığını taşıyamayan nefs, işlerinde dışlayıcı ve kibirlidir. Aklımızı kemâline ulaştırdıktan sonra onu terk etmemiz önerilir. Immanuel Kant “Kavramsız algılar kör, algısız kavramlar ise boştur” demiştir. Kavramsız algılar (teşbih) kör, algısız kavramlar (tenzih) boştur; bu ikisinin birliği tevhiddir denmiştir. Her yetimizi kemâline ulaştırdıktan sonra, onu doğru yerde kullanmak önemlidir. Aksi takdirde, kişi en yetkin olduğuna inandığı yanını ön planda tutarak, yaşama yalnızca bir ve hep aynı pencereden bakmak zorunda kalır.
Kendisine, çocuğunun ölüm haberi verilen filozofun “bir fani döllediğimi biliyordum” demesi, sevgisiz aklın soğukluğunu anlatan muhteşem bir örnektir. Sevgili dostum Metin Bobaroğlu, felsefenin (tenzih) akılla, sanatın (teşbih) hayalle, keşfin (tevhid) kalp ile yapıldığına; bu nedenle Arabi’nin "hayal bineğin, akıl da binicin olsun" dediğine değinir sıkça.
Feuerbach’a göre; yasa beni soyut öz, yürekse gerçek öz olarak olumlar. “Sevgi insanı Tanrı, Tanrı’yı da insan kılar” der.
Hiçbir çıkarı olmadığı halde, bizi merhametinde şımartan bir dost bulmadan göçmemeli bu diyardan.
Yararlandığım Kaynaklar
Metin Bobaroğlu, Akıl Mertebeleri
Ludwig Feuerbach, Hristiyanlığın Özü
Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, II. Cilt
Nişanyan Sözlük