Taraftarlık özü itibarıyla "iyi ve güzel" oyundan yana olmaktır. Oyunu tutkuyla sevmektir. Oyuna dair derinden hissedilen, güçlü duygular besleyebilmektir. Simon Critchley’in Aristo ve Gadamer'den ödünç aldığı veciz ifadesiyle, arzulayan, duygu boşalımı yaşayan, tefekkür eden futbolsever, taraftar olmanın güzel aptallığını, denk olmayan bir seviyede gönüllü yaşayandır. Denk değil; çünkü yeşil çimlerin dışında, teorik bir mesafede durur. Taraftarın futbol ile ilişkisi estetik bir seviyedir; pratik karaktere sahip değildir. Yeşil çimler ve oyunun kuralları onu dışarıda tutar. Bu oyun taraftar için oynanır ama taraftar fiilen oyuna müdahil değildir. Anların oluşmasında salt bir dış uyarıcıdır.
"Futbol Düşünürken Aslında Ne Düşünürüz" adlı kitabında, Simon Critchley, Futbol Tarihselliği bağlamında şunları söyler: "Taraftar olmak anların tarihi için yaşamaktır, anların tarihiyle ve tarih içinde yaşamaktır. Taraftar olmak, böyle bir tarihi yaratmak ve sahiplenmektir, daha doğrusu birlikte yaratmaktır, başkalarıyla paylaşabilmek ve anlatabilmektir, yeni anlar yaratma imkânına haiz olmaktır. Taraftarlar arasında birlikteliğe imkan veren, onları kolektif bir ortaklık, derinden hissedilen bir topluluk biçimine getiren tam da anların paylaşılmasıdır."
Taraftar tarih yapıcıdır, oyuna, rekabete, yarışmaya bir tarihsellik katar. Bunun anlamı, futbolu gündelik hayatın ritüelleri arasına taşıyarak, bir kültür haline getirmektir. Taraftarlığı dramatik hale getiren bağımlılık ilişkisi, belirli bir konu hakkında, belirli bir amaç için değil de sadece başlı başına bir amaç ve başlı başına bir tutku olarak algılanıp, içselleştirildiği biçiminde ifade edilebilir. Buradaki, keyfi dayanaklar, kesinlikle inanç mertebesine çıkar ve yardımlaşma, fedakârlık, güven ve iyimser umut, taşıyıcı kolanlar haline gelir. Taraftarın oyunla ya da daha reel bir ifadeyle takımı veya kulübüyle kurduğu, bu duygusal bağın, ne zaman ve nasıl başladığı genellikle belirsizdir. Dolayısıyla nedenlerinden bağımsız olarak, salt sonuçlar üzerinden üretilen ilişki, kolayca sarsılmıyor ve biçim değiştirmiyor.
Ama 2000'li yılların ilk çeyreğinden sonra, taraftarlığın aidiyet duygusunda ciddi değişimlerin olduğuna tanıklık ediliyor. Özellikle Avrupa'nın dört büyük ligi bu değişime gönüllü olarak öncülük ediyor. FİFA ve UEFA'da bu değişim emarelerini kullanarak, oyunu, oyun olmaktan çıkarıp devasa bir endüstriye dönüştürme çabalarına hız verdi.
Katı bağımlılık ilişkisinin, en çok farkında olan kurum da futbol endüstrisidir. Son dönemlerin revaçta tanımlanmasıyla, taraftar artık klasik bir seyirci değil, o bir müşteri statüsünde ele alınıp değerlendiriliyor. Takımlar ya da kulüpler birer marka, taraftarda ayartılan tüketici müşteri.
Taraftarın kendisine biçtiği amatör ruh ile endüstriyel futbolun ona biçtiği profesyonel tüketici kimliği arasındaki gerginlik, kimi yöntemlerle bir krize dönüşmeden çözümlenmeye çalışılıyor. Passolig bu buluşlardan biridir. Stadyumların 7/24 hizmet veren mekanlara dönüştürülmesi bir diğer buluşlardan bir tanesidir. Bu çaba, çözüm ve girişimlerin en fazla aşındırdığı ve bir bakıma bir tür erozyona dönüştürdüğü olgu aidiyet duygusudur.
Rekabeti, sonuçlar ve star statüleri üzerinden körükleyen endüstriyel futbol, aidiyeti de bu mecralara taşımak istiyor. Bu konuda başarısız oldukları söylenemez. Özellikle Şampiyonlar Ligi bu değişimin motor gücü pozisyonunda. Yerellikle aidiyet bağı zayıflayan taraftar/müşteri, kendisine sunulan bu konforlu alanı benimsemiş gibi görünüyor.
Bu sürecin nereye evrileceğini şimdiden kestirmek güç. Ama galiba korona virüsü hepimiz adına bu sürece el koydu. Futbol ekonomisinin futbol oyununun önüne geçmesine taraftar engel olamadı, kimbilir belki virüs bize bir iyilik yapar ve bu süreci tersine dönüştürür. Kimbilir?