Tarçın kabuğundan takıların trajik öyküsü
Tarçından yaptığı takılarla dikkatimi çekmişti Murat. Fakat trajik bir öyküsü vardı onun. Takıları nasıl yaptığını anlattı; ama esas hikâye başkaydı...
Beyoğlu Yüksek Kaldırım'da tarçından takılar yapan Murat'a selam verdiğimde “Benim trajik bir hikâyem var, yine de dinlemek ister misin” diye sormuştu. Yaptığı takılar dikkatimi çekmişti ve bu işe nasıl başladığını, nasıl bir hayat yaşadığını, geçindiğini konuşacaktım. Onun sorusu ilgimi daha çok artırdı. Sıradan bir hikâye değil bu. O nedenle sazı, sözü, anlatıyı ona bırakmak en doğrusu olacak:
“Ben gayrimeşru bir çocuğum, pederi tanımıyorum. Tesadüfen öğrendim yaşadığını. Dayımlar bize gelmişti bir akşam. Aynı blokta yaşıyorduk. Evde çok gürültü patırtı olunca biz çocuklar dayımların evine geçmiştik. Dayımların ev telefonunun altına bir fihrist vardı, onu karıştırmaya başladım. Orada bir isim gördüm. Öldü diye bildiğim babamın ismiyle aynı soyadı olan bir isim ve Bursa kodlu bir numara var.
“Saat gecenin 12'si, aradım numarayı. İsmi söyledim, 'benim' dedi. 'Sizin şu isimle bir yakınınız var mı' diye sordum, 'evet' dedi, 'abisiyim.' 'Peki, kendisi hayatta mı' diye sordum, 'evet ama siz kimsiniz' dedi. Çaaat! Telefonu kapattım. Pederin yaşadığını öğrendim. Ondan sonra annemle büyük bir savaş başladı. Çok uzun sürdü o savaş. Yıllar sonra, annem ölüyordu, yataktayken onu affettim. Anladın onu yani...
"Annem 16 yaşında, lavuk da 18 yaşındayken âşık oluyorlar; burada, Beyoğlu'nda. Takılıyorlar, annem hamile kalıyor. Çocuklar zaten, bir süre sonra kopuyorlar. Annemin hamileliği duyulunca araya birileri giriyor filan annemi Almanya'ya gönderiyorlar. Oradayken de iki kız kardeşim dünyaya geliyor. Annem üçümüze uzun bir süre bakıyor Almanya'da. Sonra ben 7 yaşımdayken buraya geliyor. Babama ulaşıyor ama adam istemiyor, reddediyor. O yüzden de annem onun yaşadığını söylemiyor. Anneme çok kızmıştım, nefret etmiştim yıllarca. Büyüyünce anlıyorum aslında kadının ne kadar haklı olduğunu. Kim olsa öyle yapardı, 'öldü' derdi.
"18 yaşımdayken öğrendim onun yaşadığını. Onu buldum ve babalık dava açtım. Şu an devam eden bir davam var. Yalnız, adam avukat; varlıklı biri üstelik. Dava açacak param yoktu, pederin abisi, o telefonda konuştuğum adam karşıladı mahkeme masraflarını. Ama adam çok dişli, davayı açan benim ama sürekli ben mağdur oluyorum.
"Çocukluğum Levent'te geçti. İnanılmaz güzel bir mahallede büyüdüm. Sokaktaydık sürekli. Çok güzel bir yerde büyüdüm; hâlâ da güzel bir sokaktır. Arada giderim.
"Çocukluğumu doya doya yaşadım. Büyümek bile istemiyordum; hatta yetişkin olduktan sonra bile çocuktum. Çok zeki bir çocuk değildim, öğrenme problemim olduğunu fark ettim daha sonra. Geç öğreniyordum. O problemi aşalı da çok olmadı. Bana bir şey öğretmeleri için çok fazla uğraşmaları gerekiyordu. Bir problemi çözmek için üzerinde bayağı bir zaman harcamam gerekiyordu. İlkokul birinci sınıfta okumayı öğrendikten sonra kırmızı kurdele verirlerdi. Ben ilk sene kurdele alamamıştım mesela.
"Sonra aştım o problemi. Hatta bir tesadüfle oldu. Bir şey buldum ve o bulduğum şey problemi çözdü.
"Ama kardeşimin ölümü beni çok etkiledi. O çok farklıydı. O benim hayatımdaki en önemli şeydi. Onun ölümünü bir türlü kaldıramadım. Hâlâ da içim bir tuhaftır. Onun ölmesi benim için acayip sıkıntılı bir durum oldu. Unutmak için askere gittim, arkasından annem öldü. Askerdeyken toplam 3 cenaze verdim. Kız kardeşim, annem ve üvey babam. Geldim, dayım öldü. Yani 2,5 yıl içinde 4 cenaze verdim.
"Tabii ki hepsi için üzüldüm ama kardeşimde yıkıldım. Kız kardeşime çok bağlıydım. Çocukken çok takışırdık, yaşlarımız yakındı. Ama büyüdükten, yetişkin olduktan sonra çok sevdik birbirimizi. Ona çok değer verirdim. Benim için çok özel bir insandı. Bunu hep hissettirirdi bana; o da beni çok severdi. Ama ölünce dağıldım...
"Şeker hastasıydı, bir şekilde taşıyamadı hastalığını. Çok fazla ilaç içmiş. İntihar etmiş ama tabii biz bunu fark edemedik. Tuhaftır, o esnada ben İzmir'deydim. Bir barda içiyoruz filan. Gece 11 gibi yanımdaki arkadaşıma 'Deniz, içimde acayip bir sıkıntı var, çok fenayım. İstanbul'a gitsek mi?' dedim. 'Gidelim' dedi o da. 'Denizatı' diye bir bar vardı, onun önünden otostop çekmeye başladık. Zınk, bir araba; o araba bizi evin önüne getirdi. Kendi evimizin önüne, Avcılar'a. Tek araba, tek otostop ve evin önü.
Gece 11 buçuk gibi binmiştik, sabah 6'da İstanbul'daki evdeydik. Eve girdik, bizimkiler yavaş yavaş uyanıyorlar filan. 'Kardeşim nerede' dedim, 'Odasında ama çok kaprisli bu aralar' dediler. Kardeşimin odasına gittim. Uzun zamandır da görüşememiştik. Saçlarımı kısa kestirmiştim ve beni hiç öyle görmemişti. İçeriye girince bana eliyle 'git' diye işaret etti, 'güleceğim, gülemiyorum' dedi. Baktım bir hal var hatunda. Yani kafası iyi ya da öyle bir şey. Kapris mapris değil, başka bir şey var yani.
"Hemen anneme gittim, 'Ben hiç iyi görmedim, bir ambülans çağırıyorum' dedim. Annem 'Saçmalama, ne ambülansı' filan dedi. Çünkü sürekli hasta olduğu için ara sıra böyle kaprisleri oluyordu. Annem o nedenle ambülansı gereksiz buldu ama ben çağırdım. Kardeşimi aldılar, hastaneye gittik ve bir saat sonra kardeşim öldü. Yoksa evde ölecekmiş.
"Hastaneye gidip onu içeriye yerleştirince 'bir sigara içeyim' diye aşağıya inmiştim. Sigara içerken yine garip bir şey hissettim, yukarıya, onun odasına doğru baktım. Sigarayı bitirmeden yukarıya çıktım ki ölmüştü. Yani öldüğünü hissettim. O benim için çok özeldi. İlk defa bir düşünce, bir sıkıntı beni bayıltmıştı. Ondan sonra ne hayatıma problemleri soktum ne de insanların problemleri ilgimi çekti. Sadece kardeşimin ölümü değil, başka şeyler de çözüldü o an.
"Aslında problem dediğimiz şeyleri bizler yaratıyoruz, bizler besliyoruz. Yani kimin ne sorunu varsa hepsi çözülebilecek şeylerdir; insanlar göremiyorlar, çözemiyorlar. O problemin bir benzeri başkasında olsun, ona akıl verir, yardım eder, şöyle yap, böyle yap der ama kendi taşıdığında o sorunu çözemiyor kişinin kendisi.
"Oradan da kafa kırıldı askere gittim. O da çok uzun sürdü. Döndüm, zaten dondurmuştum, okula devam ettim. Dramatik yazarlık diye bir bölüm okudum, 9 Eylül Üniversitesi'nde. Güzel sanatlara bağlı olduğunda sözlü ve yazılı mülakatla girmiştim. Lisede âşıktım. Lise bitti, aşk da bitti. Fakat o tribi uzun süre atlatamadım. Üniversite sınavına girmedim. Güya hatunu cezalandırdım, 'bak senin yüzünden sınava giremiyorum' gibisine. Ama o sınava girdi, kazandı ve gitti tabii. Lise bittiğinde benimle evlenmek istiyordu. Evden bunalmıştı. Hayatımda verdiğim tek doğru kararı belki o zaman verdim ve evlenmedim onunla.
"İzmir'deyken, bir palmiye ağacının dibinde, bir kadın bir şeyler yapıyordu. Uzaktan gördüm onu ve yanına gittim. 'Ne yapıyorsun' filan diye sordum. Bir dönem popüler bir çalışma vardı; pirinç tanelerine isim yazılır ve cam hazneler içinde kolye yapılırdı. Onları yapıp satıyordu. Biraz muhabbet ettik. Hatta bir kolye de ben aldım, sonra da yürüyüp gittim. Sonra birkaç kere onu görmeye gittim ama o ağacın altı hep boştu, bulamadım.
"Bir gün bir kafede otururken polis geldi ve kimlik kontrolü yaptı. Benim de kimliğim yanımda değildi. O zaman GBT'ler çabuk olmuyor, karakola alıyorlar, orada sabahlıyorsun. Nezarethanede GBT'yi beklerken dışarıdan silah sesleri geldi. Bütün polisler dışarıya çıktı ve sonra yaka paça bir tane kadını içeriye attılar. Bir baktım aradığım o kadın!
"Babasının silahını götürüyormuş. Karakolun önünden geçerken polis memuru laf atmış. O da 'sen kime laf atıyorsun' diye çıkarmış silahını havaya doğru sıkmış. Kafaya bak! O sırada biz nezarethanede arkadaş olduk, bayağı bir sohbet ettik. Sonra babası geldi götürdü onu. Biz de buluşmaya başladık. Bir gün kendi yaptığı bir şarabı içtik bir limon ağacının altında. Ama o sırada ben evliyim filan...
"O sırada bir çocuğumuz oldu; üniversite son sınıftaydım. Çocuğumuz vardı ama evli değildik. Çünkü ben o sırada başka bir hatunla evliydim. Onunla boşanamıyordum bir türlü. Sonunda boşandım ama diğer hatunla evlenmedim, gerek kalmadı. Çocuk için, resmi evraklar için eskiden evlenmek gerekiyormuş ama şimdi öyle değil.
"Kızımla aram iyi değil. O kopukluk süreci filan, aşamadık. Açık söylemek gerekirse, ben de ona çok duygusal yaklaşmadım. Bebekliğinde ya da 4-5 yaşına kadar yanımdan yarım saatliğine ayrılsa bile özlerdim. Düşünemezdim ondan ayrı hayatımı yaşayacağımı. Düşüncesi bile tuhaf geliyordu ama annesi çocuğu aldı, ne var ne yoksa sattı ve kayboldu. Yok oldu yani. Uzun süre onları aradım. Sonunda buldum ama duygusallığımı sildim attım. Çünkü karşı taraf bunu kullanıyordu.
"İnsanları dinliyorum ama güncel sorunları, mesela parasının olmaması, sevgilisinden ayrılması, annesiyle kavga etmesi, okul problemleri, trafik kazası; yani hayatın içinde olası, olabilecek olan ne kadar durum varsa bunlar ilgimi çekmiyor. Yani kişi anahtarını kaybettiği için iki gün üzülüyor, çantasını kaybetmiş ağlıyor, sevgilisini kaybetmiş ağlıyor, sınavı kaçırmış ağlıyor, başarısız olmuş ağlıyor, kazanıyor ağlıyor. Bunları önemsemiyorum ve dinlemek istemiyorum.
"Bazen ne kadar akılcı da davransak, sağlam da bassak zemin kaygan oluyor. Senin elinde olan bir şey değil bu, düşüyorsun yani. 'Aman dikkat edeyim, aman benim başıma şu gelmesin' diyorsun ve o senin başına geliyor. Kaçış yok bazı şeylerden. Bunu kadercilik diye söylemiyorum ama istediğin kadar sağlam tut elindeki şeyi, bir gün geldiğinde hop; elinden düşüyor. Bunun için yapacak bir şey yok, bunun için oturup ağlayamam. Hayat sihirli, hayatın sihirli tarafı bu. Hayatı öyle kabul etmek zorundayız. Sahip olduklarımızı günü geldiğinde kaybediyoruz, hayatı böyle kabul etmek lazım. Hayatı güzel kılan da bu bakış açısı bence. Hayatı çok seviyorum, hayat sevilmez mi!
"Dramatik yazarlık bölümünü bitirdikten sonra yeniden sınava girdim. Eskişehir'i çok seviyordum, puanım da oradan bir bölüme yetince tercih ettim ve kazandım. Sonra gittim şehri gezdim, nereden ev tutarım filan diye baktım fakat İstanbul'a dönünce bir kadına âşık oldum ve burada kaldım. O günden beri, yaklaşık 15 yıldır da o kadına âşığım. Dünya güzeli bir insandı.
"Yaklaşık 4 yıl birlikte yaşadık. Beyoğlu'nda teraslı bir evimiz vardı. Benim iki köpeğim, onun iki kedisi, ayrıca iki de muhabbet kuşu vardı. Aynı zamanda ev müze gibiydi. Eski şeyleri topluyordum; onları yenileyip koruyordum. Harika bir dönem yaşadık birlikte. Ama ben aptallık ettim, ihanet ettim ona. Kadının biriyle yakaladı beni evde; ama affetti, anlayışla karşıladı. Aynı hatayı bir ay sonra yine yaptım ve bu kez hiç konuşmadan beni terk etti. Sessizce eşyalarını topladı ve gitti.
"Öyle bir durumdu ki, yalvaramadım, özür dileyemedim. Bunları yapmak daha büyük bir hakaret olurdu. Nasıl yaptım o hatayı bilmiyorum; ama yaptım yani. Onun yerine kendimi koyup düşündüğümde kahroluyorum. Aradan onca yıl geçti ama ben hâlâ onu düşlüyorum. Hâlâ hayatımda o var, hep de olacak galiba...
"Bu işi bana çocuğumun annesi öğretti; doğrudan bunu yapmayı değil ama el becerisini, tezgah açmayı filan. İşi öğrendikten sonra hiç bırakmadım, hayatımı hep bu işten kazandım. Sonra kendi kendimi geliştirdim, farklı şeyler denedim. Bakırla uğraştım, telkâre yapmayı öğrendim, maske yaptım, bumerang yaptım, ki bumerang en eğlencelisiydi, uzun süre yaptım. Sonra tarçını keşfettim ve böyle şeyler buldum. Bunlar benim kendi fikrim. Son 7 yıldır da sürekli yapıyorum.
"Cihangir'de, Büyükparmakkapı'da ve son 4 yazdır da buradayım. Burası kalıcı gibi görünüyor çünkü burada para kazanıyorum. Yazlık yerler var gidebileceğim ama risk almıyorum; gezgin ruhumu da kaybettim artık. Yaşamsal kaygılardan dolayı kaybettim, kira geliyor, faturalar var. o yüzden şimdilik buradayım.
"Sıradan takılar yapmadığım için insanlar ilgi gösteriyorlar. Hatırı sayılır bir müşteri potansiyelim var. Takıları genellikle bir eşi daha olmayacak şekilde tasarlıyorum.
"Buraya ilk geldiğim yıl sabah sekizden öğlen 12'ye kadar ciro yapardım, öğleden sonra bir ciro daha yapardım. Günü ikiye bölüyordum. Şimdi sabahları kimse olmuyor, bazen bütün gün bile çok zayıf geçiyor.
"Hayatımın geri kalanını bir köyde yaşamak istiyorum; herkes gibi aslında. Ama bir farkla; ben bu duruma gittikçe yaklaşıyorum."