Okul yıllarında atlas, pek gözde bir kaynaktı. Tarih ve coğrafya atlaslarımız olurdu ve çok şeyin siyah-beyaz dayatıldığı o günlerde, bu kuşa kâğıt, rengârenk kitaplara hayranlıkla bakardık. Sonra bir şeyler oldu. İnanılmaz bir şeyler. Tarih atlasları aynı kalırken, coğrafya atlaslarında sınırları, ülke adları değişmeye başladı. Bir tekerleme saydığım Çekoslavakya, 'Çekler' ve 'Slovaklar' diye ikiye yarıldı. Asıl şoku ise havalı bir edayla söylediğim Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) düşmesi ve içinden matruşka misali ülkelerin fışkırmasıyla yaşadım. Her şey olabilirdi bu dünyada ama Sovyetler yıkılmazdı! İçimden çıkan bu kesin yargıya ve o yargıyı yerle bir eden gelişmelere duyduğum hayrete şaştım o yıllarda en çok da.
Svetlna Aleksiyeviç’in ‘İkinci El Zaman’ kitabını okurken de önce bunları hatırladım. Gerisi de pıtrak gibi sökün etti. Zira, 520 sayfalık kitap baştan aşağı Sovyet tarihine tanıklık etmiş, onun ta kendisi olmuş insan hikâyeleriyle dolu. 2015 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi kitap, Kafka Yayınları’ndan, Sabri Gürses’in Rusça'dan yaptığı çeviriyle Enis Köksaldı’nın yayın yönetmenliğinde çıktı.
İsveç Akademisi, Aleksiyeviç’e ödülü, sıradışı bir sözlü tarih çalışması olan eseri yeni bir edebi tür olarak tanımlayarak verdi. Svetlana Aleksiyeviç ‘İkinci El Zamanda’, her biri ayrı ayrı sayısız roman ve öykü kitabına konu olabilecek insanların Gorbaçov'a darbe girişiminde bulunulan 19-21 Ağustos 1991’den 2012’ye kadarki bir zaman diliminde yaşadıklarını kaydediyor. Böylelikle edebiyatın hayal resmi tarih öğretisinde yer bulamayan hakikatin kaydını tutan o benzersiz gücüyle karşılaşıyoruz bu kitapta.
BELLEK KOMŞULARI
Darbelerin, keskin dönemeçlerin insana dayattığı saflar vardı. Taraf olursun ve o siyaseten taraf olduğun oranda, yazar olarak da köşeye kıstırılırsın. Zira, edebiyat insanın bütün kimliklerinden arınmış halinin, gece yatağa yattığı, sabah gözünü ilk açtığı zamandaki çıplak hakikatinin peşindedir. Bu büyük ödeşmeyi, değişime inanmış olan binlerce insan ve o koca hayal kırıklığı içinden yine de damıtılmış bir umutla hayata tutunan Svetlana Aleksiyeviç’de de gördüm. “Barikat, sanatçı için tehlikelidir” diyordu, “Tuzaktır. Orada görüş bozulur, gözbebeği kısılır, dünya rengini kaybeder. Orada siyah beyazdır dünya. Orada insan ayırt edilmez olur, sadece kara bir nokta görünür –hedef. Hayatım boyunca barikatlardaydım, oradan ayrılmak isterdim. Yaşama sevincini öğrenmek. Normal görüşüme kavuşmak. Ama on binlerce insan yeniden sokaklara çıkıyor. El ele tutuşuyor. Ceketlerinde beyaz kurdeleler var. Dirilişin simgesi. Işığın. Ben de onlarla birlikteyim.”
Yazar için kolay olan, o darbe günlerinden başlayarak kendi kuşağının, kendi gibilerin hikâyelerini anlatmak olurdu kuşkusuz. Farklı değerlere inananların, özgürlük talep edenlerin zamanını. O ise zor olanı yapıyor. Tek bir komünist belleğe sahip insanlar oldukları, bellek komşuları sayıldıkları fikrinden hareketle ‘kızıl insan’a talip oluyor: “Ben sıkıca bir fikre bağlananları, bu fikri koparılamayacak denli içine alanları aradım –devlet onların kozmosları olmuş, onların her şeyinin, hatta kendi hayatlarının yerini almıştı. Büyük tarihten çıkamıyor, onunla vedalaşamıyorlardı, başka türlü mutlu olamıyorlardı.”
KALEYDESKOP HAYAT
İçinde savrulacağınız, anlatmaya kimden başlayacağınızın içinden çıkamayacağınız bir kitaba hazır olun. İçinde sert rüzgârların estiği, fırlayan taşların böğrünüze saplandığı bir kitaba. Svetlana Aleksiyeviç, sadece Moskova’da da kalmıyor. Başkentin ötesindeki hayata köylere, izbe topraklara, uzaklara gidiyor. Unutulmuş, sesi hiç önemsenmemiş olanları konuşturuyor. Hem de ne konuşmak. Susmuyorlar. Kitaplara, şarkılara atıflarda buluna buluna, bir ömür içlerinde biriktirdikleri ne varsa boca ediyorlar. Aleksiyeviç, muhalif olmasına karşın güven veriyor onlara. Terapiste açılır gibi konuşuyor, sistemden duydukları ama söyledikleri anda atomlarına kadar parçalanacakları için kendilerinden bile sakladıkları o tarifsiz acıları, hayal kırıklıklarını itiraf ediyorlar.
“Sonsuz miktarda insani doğru var. Tarih sadece olgularla ilgilenir, duygular güverteye alınmaz. Onlar tarihe de alınmaz. Ben zaten dünyaya insancıl bakıyorum, tarihçi olarak değil. İnsan şaşırtıyor beni” diyor yazar ve o samimi şaşkınlıkla, bize insanı, o en değerli olanı hediye ediyor.
Elimizde tuttuğumuz kaleydoskop hayat. Parçalar sürekli değişiyor, gerçekler de. Hayatını partiye adamış sıradan insan, dünyanın bir köşesinde unutulmuş köylü, polit büro çalışanı başlıyor anlatmaya. O kızıl tutkuyu, sadece bir ülke değil medeniyet kurmaya giriştikleri yılları, fedakârlıkları, sistemin o en inançlı neferlerin bile hayatını kararttığı zamanları paylaşıyorlar. Yazar aradan çıkıyor, sanki doğruca size anlatıyorlar. “Artık dükkânlar her şeyle dolu. Bolluk var. Ama sosis dağlarının mutlulukla bir alakası yok. Şanla da yok. Biz büyük bir halktık! Bundan satıcı ve yağmacılar çıkardılar… mısır tüccarı ve menecırlar!” diye haykırıyor biri. Özgürlük talebinin en çiğ en vahşi kapitalist gerçekle yüz yüze geldiği, paranın pul, insan onurunun paramparça olduğu günleri anlatmaya çalışıyor herkes. Doktorundan, kayıp kuşak gencine, mühendisinden göçmenine bir halk, anlayamadığı şeyleri sanki anlatırsa anlamlandırabilecek gibi konuşuyor. Devasa bir sayıklama…
Mutfaklarda yaşanmış o en gizli kaçamaklara, tartışmalara, intihara, aşka, dayanışmaya, yalnızlığa buyur ediliyoruz. Doksanına gelmiş bir komünistin çocukken kendi dayısını ihbar ediş acısına, on dört yaşında bir gencin kendini konumlandıramadığı bir hayata vedasına, “Kendimi müze deposundaki unutulmuş bir sergi eşyası gibi hissediyorum. Tozlu bir kafatası” diyen yaşlının isyanına….
Ve elbette kendimize. Çünkü bunca samimiyet bir yerlere dokunuyor insanın içinde. Başlıyoruz anlatmaya, o hiç tanımadığımız ama işte edebiyatın bunca yakın, bunca tanış kıldığı insanlarla konuşmaya. Sakladıklarımızı açmaya.
Dışarda yeni bir hafta başlamış oluyor.