Hile, entrika, düzenbazlık, riya bir pakettir. Bu bazı insanların resmen karakteridir, doğru. Genellikle değildir. Kendini mecburiyetten, çaresizlikten başvurulur yol gibi takdim eden bir gönül ve akıl çelicidir. İşten kaçınmaya, yükten kurtulmaya bakılırken, zorluğun üstesinden gelinmek istenirken, canım, kimseye dokunmayacak ufak tefek çıkarlar elde etmeye çalışılırken, başkalarının zararına kendini kollamanın câzip ve zehirli tadını damağında hissetmeyle beraber bünyeye katılır. Kısa zamanda kana karışır. Mekanizmaya hızla öylesine hakim olur ki, bünye onsuz edemez, çalışamaz, zehri kendine katmış bünye için şüphesiz daha mühimi, sonuç alamaz olur.
Hattâ hastalığın ileri safhalarında bünye onu kendi orijinal parçası sanır.
Hani yevmiyesi günde yüz lira olması gerekirken yirmi lira olan, o paraya çalışmaya mahkûm geçici işçilerce merdiven altında üretilmiş taklidi onda bir fiyatına satılan ama üç yıl yerine anca beş ay giden ve dağıldığında bozulduğunda satıcının “abi, orijinalini alacan o zaman” diyerek sorumluluğunu üzerinden attığı parçanın orijinali gibi. Esas olan. Kıymetli olan. Yalnız parası olanın ve yeterince uyanık olmayanın ulaşabildiği. Bünye artık kendini ona uyarlayacaktır.
Uyanık olan, gider taklidi alır. Onda bir fiyatına. Ve başkalarınınki üç yıl yerine beş ayda dağılıyorken kendininkinin başına aynı şeyin gelmeyeceğini, taklidin pekâlâ orijinalin yerini tutabileceğine kendini inandırır. Kolu çevirince açılmayan pencereyi aynı kolu yüz defa aynı yöne tekrar tekrar çevirerek açabileceğini ummak, -Rusya karşısındaki oyunlarına bakarak söyleyebileceğimiz üzre, öyle anlaşılıyor ki, İspanyollara da bulaştırdığımız- millî hasletlerimizdendir.
Taklidi kullanan, aslında elbette bilir, mutlu sona ulaşamayacağını. Daha büyük oyunun içindedir. Birileri kulağa hoş gelen bir yalan ortamı hazırlamış, o hevesle içine atlamış, kendini yalana inandırıp rahat etmeyi öğrenmiş, çıkarabileceği kadar, bunun tadını çıkarıyordur. Elindeki parça dağılana kadar, taklidin pekâlâ orijinalin yerini tuttuğunu tekrarlamaktan geri durmayacaktır. Parçayı üreten ve en fazla beş ay gideceğini baştan bilen, ucuza kaçak işçi çalıştıran imalatçıyla, müşterinin beş ay sonra elinde dağılmış parçayla dükkâna geleceğini ve cüssesine, gözü pekliğine göre, ya biraz sızlandıktan veya yüksek sesle tehditler savurduktan sonra muhtemelen aynısından bir tane daha alıp gideceğini bilen satıcıyla birlikte.
Söz konusu parçanın üretimi ve beşte bir yevmiyeyle merdiven altında çalıştırılan işçiler ve parçanın alımı-satımı, ekonomi istatistiklerinde o yılın üretimi, ticareti, kişi başına ortalama yıllık millî gelir bahislerinde geçeceklerdir. Riya büyük oyundur.
Veya geçmeyeceklerdir. Ekonomi istatistiği, çoğumuz için, “şu paraya aldım, şu kadar gitti” denkleminden ibaret. Dünyanın en normal hali kabul edegeldiğimiz taklit parça hikâyeleri karakter aynaları yerine geçer mi? Bir toplum için?
Yalana, riyaya bunca düşkünlüğümüz, basbayağı elle tutulur sebeplere dayandığı kolayca anlaşılabilecek olan hakikat korkusundan mı? Gerçekle uğraşmanın insana bolca meşakkat ve bolca dert ve tabiî böyle bir devlet geleneği ve devlete tapınma göreneği altında yaşanıyorsa, bolca bela çıkarmaya aday oluşundan mı? Orijinalini satın alacak paranın olmayışı geçerli bir sebep midir? Müşevvik sayılmalı herhalde; fakat durum bununla izah edilebileceğin çok ötesinde.
Güne hangi arkadaşımın, eşimin dostumun hâlâ hapiste olduğunu gözümü açar açmaz listeleyerek başlayan, henüz yüzümü yıkamadan “acaba yine sokak ortasında birilerini vurmaya başlayacaklar mı?” sorusunu lavabonun oraya bir yerlere, havluların yanına asan, daha çok mutluluk getirecek onca iyilik imkânı varken insanın neden ısrarla kötülüğü yeğlediğini bir türlü izah edemediği için kendini oyalama çaresini kendine eziyet etmekte bulan aklım Cuma’da buluşan imalatçıyla satıcının ara sıra tavla attığı kahveye nasıl uzandı?
Hırvatistan-Danimarka maçının beşinci-altıncı dakikası falan olmalı. TRT spikeri, bir Dünya Kupası karşılaşmasında skorun bu kadar erken 1-1 oluşundan ötürü kapıldığı haklı heyecanla, “erken gol” konusunda birkaç söz etmeye niyetlendi. Üstelik bunu yapması özel sebeple de hem gerekli hem meşruydu, çünkü Dünya Kupası tarihinde atılmış en erken golün sahibi Türkiye millî takımıydı. Lâkin söz buraya gelemedi. Spiker, birden kendini gerçekle yüz yüze bulup kapıldığı haklı korkuyu belli etmemeye çabalayarak -burasını uyduruyorum tabiî-, izlediğimiz maçta “en erken karşılıklı iki gol” gibi bir hadiseyle karşı karşıya olduğumuzu filan geveleyip sahaya döndü. Terden sırılsıklam olmuştu muhtemelen - yine uyduruyorum.
Peki, üstelik ünvan bizdeyken, dolayısıyla, Türkiye’nin başarısız kalıp katılamadığı Dünya Kupası’nda, övünecek şey bulmak için Türkiye liginde oynayan Japon veya Nijeryalı futbolcuya sarılacak hale gelmişken, Uruguay kalecisi Muslera’yı kendimiz yetiştirmişiz gibi takılıyorken, Türk millî takımının kupanın tarihindeki en erken golün sahibi oluşundan kasıla kasıla söz edilemeyişi nedendi?
Öyle bir sebep ki, işbu yazının başlığını zihinlere kazıyabilir. Kazımalı.
Çünkü o golü atan, tarihten kazıyıp çıkarılmak istenen biri: Hakan Şükür. Kendisi Fethullahçı. Onları iktidara taşıyanların şimdi kullanmamızı istediği resmî tanımla “FETÖ Terör Örgütü” mensubu sayılıyor. Golleri sıraladığı, ülkeye “millî gurur”lar kazandırdığı dönemde kendisi Fethullahçılar teşkilatı adına hem yakınındaki futbolcuları örgütlüyor hem de kim bilir başka ne haltlar yiyor ve devlet katında itibar görüyordu. O vakit Fethullahçılar iktidarın ortağıydı, her yerde boruları ötüyordu, ne istedilerse veriliyordu, filan; hikâyeyi biliyorsunuz.
Devam etmeden araya katayım: Hakan Şükür’ün 2002 Dünya Kupası’nda Güney Kore maçının onuncu (10,8) saniyesinde attığı gol, Dünya Kupası “finalleri”nin en erken golü. Finaller öncesi eleme gruplarını işin içine katınca, “Dünya Kupası” adlı organizasyonda en erken golü atma payesi Belçika’ya, Christian Benteke’ye gidiyor. Benteke, halen izlemekte olduğumuz kupanın eleme gruplarında Cebelitarık’a sekizinci (8,1) saniyede attığı golle bu payeyi -salise farkıyla- elde etti. Elemelerdeki en erken gol rekoru, ondan önce, futboldaki en büyük başarısı belki de bu olan bir takıma aitti: San Marino! Davide Gualteri 1994 Dünya Kupası elemelerinde, hem de İngiltere’ye, yine sekizinci saniyede -ama 8,3- gol atmıştı.
Dönelim tarih yazımımıza. Daha doğrusu üretimimize. Spiker “finallerde en erken golü atma payesi bize ait” diyemedi. Niye? Çünkü o golü bugün tarihten kazınmak istenen bir futbolcu atmıştı. Yarın ne olacak? “Kupa finallerinde en erken golü atmıştık” bahsi, geçtiği yerden silinecek, görüldüğü her yerde ezilecek. Belki millî gol krallığı istatistiklerinde de “düzenleme”ye gidilecek. İki kuşak sonra, belki, Galatasaray taraftarları, kulüp tarihinin en önemli futbolcularından birinin adını bile duymamış olacak. Hakan Şükür’süz Türk millî takımı tarihi yazılacak, yeni nesiller bu tarihi belleyecek, “Yahu bir Hakan Şükür varmış,” diyen vatan hainliğiyle suçlanacak.
Futbolculuğunu, oynadığı mevkiye kattığı özellikleri takdir etmeme rağmen Hakan Şükür’ü şahıs olarak sevdim mi? Hiç sevmedim. Sevdim de ondan mevzu ediyorum sanılmasın. Çok sevimsiz bir genç adamdı. Kişisel hikâyesinde bu sevimsizliğini başka olumsuz özelliklerle bezediğinden emin olmamıza yol açan ayrıntılar var. Fethullahçılığı, sevimsizliğine tekinsizlik kattı.
İyi de, kardeşim, o golü o attı.