Tarih öncesi toplumsal eşitsizliğin arkeolojik yansımaları: Nerede ve nasıl başladı?
Paleolitik dönem süresince eşitlikçi bir sosyal örüntü içinde yaşamını sürdürmeye çalışan insanların, yerleşik yaşama geçtikten bir süre sonra bu yapıyı bozmaya başladığını anlıyoruz.
Halil Tekin*
Konu geçmiş olunca akla gelen ilk sorular şöyle sıralanır: Ne zaman, nerede, nasıl ve kim? Bunlar tarih ve arkeolojinin en temel soruları arasında yer alır. Geçmişin izini takip edenler, bu ve benzeri sorulara cevap bulmaya çalışırken belirli bir yöntem içinde ilerler ve çoğunlukla içinde yetiştiği kurumların öğretileri cevaplarda etkili olur. Bundan dolayı da bir konu üzerine farklı görüşler ortaya çıkabilir. Söz konusu eşitsizliğin başlangıcı olunca, öne sürülen her görüş taraftar bulabileceği gibi karşıt görüşleri de beraberinde getirecektir; bu da bilimin doğasında vardır.
PALEOLİTİK TOPLULUKLARDA EŞİTLİKÇİ BİR YAPI MI VARDI?
Geçmişte yaşamış insan topluluklarının eşitlikçi olup olmadığı, Avrupa’da Aydınlanma Çağı ile başlayan ve özellikle sosyal bilimlerin temellerinin atıldığı 19. yüzyılda ivme kazanarak günümüze dek uzanan soruların başında gelir.
Afrika’nın kuzeybatısında, Fas’taki Jebel Irhoud bulguları sayesinde geçmişi 300 bin yıl geriye giden Homo sapiens, başlangıçtan itibaren eşitliksiz bir yapı içinde miydi yoksa bazılarının öne sürdüğü gibi herkesin eşit olduğu bir altın çağda mı yaşadılar? Günümüzde pek çok araştırmacı, Homo sapiens’in yerkürede görünmeye başladığı ilk zamanlardan, yerleşik düzene geçinceye kadar ki süreçte eşitlikçi bir yaşamın olduğuna inanır. Tartışma; asıl olarak yerleşik düzenin başlangıcından sonraki zaman dilimlerine yoğunlaşır. Bu bir bakıma son yıllarda fazlaca dillendirilen “Antroposen” kavramı ve onun ne zaman başladığı sorusunu çağrıştırır. Her iki tartışmanın bu kadar hararetli olmasının temel nedeni hangi kriterin esas alınacağı üzerinedir. Konu üzerine görüş bildirenlerin öne sürdükleri veriler ve gerekçelerin çoğu makul görünür. Sosyal bilimlerde son iki yüzyıl göstermiştir ki, bu tür tanımların öne sürüldüğü andan itibaren yerli yerine oturması için zamana ihtiyaç vardır. Bundan dolayı, günümüz araştırmacılarının taraf oldukları görüşlerin mutlak doğru olarak kabul edilmesi ve geniş taraftar bulmalarını hemen beklemek gerçekçi değildir.
Eldeki somut bulgular göz önüne alındığında, Paleolitik dönem süresince eşitlikçi bir sosyal örüntü içinde yaşamını sürdürmeye çalışan insanların, yerleşik yaşama geçtikten bir süre sonra bu yapıyı bozmaya başladığını anlıyoruz.
Aslında eşitlikçi yapı başlangıçta bir zorunluluk gibi görünür; çünkü doğanın sert ve çetin koşulları insan gruplarını bir arada tutmaya zorlamış olmalıdır. Bugünkü bilgilerimize göre günümüzden 24-18 bin yıl öncesinde yerkürede ciddi soğuk ve kurak bir iklim hakimdir. Bu süreçte insan topluluklarının adeta bir darboğaza girdiği ve hayatta kalma mücadelesinin çok zorlu geçtiğini tahmin ediyoruz. Günümüzden yaklaşık 17 bin yıl önce bu olumsuz durumun değişmeye başladığı ve Sina Yarımadası’ndan Urallar’a kadar uzanan geniş coğrafyada avcı-toplayıcı gruplar için uygun ortamın oluşmaya başladığı görülür.
Bu noktada bir konuya daha açıklık getirmek yerinde olacaktır. Bazı coğrafyalarda uygun ortamdan kaynaklanan nedenlerle toplayıcılığın avcılığa nazaran önde olduğu görülmekle birlikte, Avrasya’nın geneline bakıldığında, özellikle taş aletlerden hareketle, bu zaman diliminde yaşam biçimi için avcı-toplayıcı tanımını kullanmaya devam etmek daha doğru gibi görünüyor.
YERLEŞİK YAŞAMA GEÇEN TOPLULUKLARIN İÇ ÖRÜNTÜLERİNDEKİ DEĞİŞİMİN İZLERİ
Erken Neolitik dönemde mezra görünümünde, toprağa gömülü ve az sayıda bireyin barındığı birkaç küçük yuvarlak kulübe şeklinde başlayan süreç, önceki göçebe yaşamın kısa ömürlü kamp barınaklarının sanki devamı gibidir. Tıpkı Paleolitik’te olduğu gibi Neolitik’te de ocak, hane halkının etrafında toplandığı odak noktası olarak düşünülebilir. Topluluğu meydana getiren bireylerin bir araya geldiği alan ise bazen büyük bir ağacın etrafında birkaç evden oluşan köyün meydanı, bazen de diğerlerinden daha geniş özel bir odadan ibaretti. Bu kamusal alan/bina, köy sakinlerinin ortak kararlar alma, olayları kutlama, yiyecek depolama veya daha olağan olarak, geçmişin izlerini taşıyan hikâyeleri dinleme, avın başarısı gibi olayları konuşmaları için ortam oluşturuyordu. Bu tür yalın bir yaşam ve yatay hiyerarşinin hakim olduğu topluluklarda günümüzdeki gibi ekonomi, din, eğlence veya siyaset arasında açıkça ayrılmış kalın çizgiler olmadığı için aynı alan/bina tüm amaçlara hizmet ederdi. Bu tür ortak alanlar, Fırat Nehri’nin Suriye tarafındaki Jerf el-Ahmar ve Tell Mureybet gibi çeşitli Erken Neolitik yerleşimlerinde saptanmıştır. Sınırın Türkiye tarafında da böyle alanlar Batman Çayı kıyısındaki Hallan Çemi’de iyi tanımlanmış olmakla birlikte, çağdaş yerleşimlerden Diyarbakır’daki Çayönü’nde erken evrede ele geçen birkaç yuvarlak bina arasında böyle bir özel yapı henüz net olarak belirlenememiştir.
Toplumsal eşitlik ve eşitsizlik tartışmalarında öne çıkan bir başka tanım da hiyerarşidir. Kalabalık insan grupları içindeki sosyal konumlarından ötürü katmanlaşmanın göstergesi olan hiyerarşinin, başlangıçtan beri var olup olmadığı veya yapısı hakkında da konunun uzmanları arasında görüş birliği henüz yoktur. Öncelikle belirtmek gerekir ki, yatay ve dikey hiyerarşinin en temel öğeleri olan eşitlik ve eşitsizlik tanımlarını erken (primitive) topluluklarda bile tek anlam üzerinden değerlendirmek zordur. Toplulukların farklı sosyal ilişkiler sistemlerini, ekonomik ve politik örgütlenmelerini ortaya koyan eşitsizliğin birçok farklı biçimi vardır. Eşitlikçi topluluklarda, kaynakların dağılımı ve erişimi arasında farkların olmamasına ek olarak, topluluğun tüm üyeleri esasen aynı düzeydedir ve karar verme mekanizması grup içinde cinsiyete, yaşa veya işleve göre yatay olarak dağıtılır. Böyle yapı içinde bir bakıma herkesin eşit söz hakkı ve yetkisi olduğu varsayılabilir. Bu sistemin her zaman mükemmel işlediğini düşünmek de çok gerçekçi olmayacaktır. Bireysel çatışmalar ve kavgalar mutlaka olmuştur; bunun somut kanıtı iskeletler üzerindeki yaralanma veya darp izlerinden anlaşılır. Fakat bu zaman diliminde bireyler birbirlerine çok fazla ihtiyaç duyduğu için konu daha çok hayatta kalma üzerine odaklanmıştır. Öte yandan, sahiplenme ve biriktirme olguları henüz yaygınlaşmadığı için de sonraki dönemlerde ortaya çıkan ve günümüze kadar gelen paylaşımdan kaynaklanan temel çatışma nedenleri oluşmamış gibi görünür.
Etnografik çalışmalar eşitlikçi bir yapıdaki toplulukların genelde düşük düzeyde üretime sahip, çoğunlukla aile içi bağlara dayandığından hane halkı odaklı etkileşimlerin güçlü olduğu bir sistemin parçası olduğunu gösterir. Göçebe, yani hareketli (mobil) topluluklar, doğası gereği yiyecek depolamaz; bundan dolayı da yaşamları fazla karmaşık değildir. Aynı şekilde avcı-toplayıcılar için akrabalık yapısı yataydır. Bu; her bireyin nesil ve soy çizgisine (baba / ana soylu) göre sınıflandırıldığını gösterir. Bu sistemde kardeşler aynı sınıfa aittir. Bir çiftçi topluluğunda sosyal yapı avcı-toplayıcıya nazaran çoğunlukla farklılık gösterir. Çiftçilerde üretim yöntemleri, bir nesilden diğerine aktarılan belirli ve sınırlı bir toprak veya hayvan sürüsü ile kısıtlı kalabilir. Temeli soy kütüğüne dayanan bireyler arasında miras önemlidir. Babanın ölümünde ilk doğan erkek, genellikle yalnızca topraktan, sürüden ve mülkten değil, aynı zamanda o gruptaki bireylerden de sorumludur. Bir topluluk, öncülleri tarafından biriktirilen deneyimlerin şekillendirdiği ilkeler doğrultusunda birbirleriyle etkileşime giren bireylerden oluşur. Geçmişi kurgularken bir topluluğa dair yapıyı çözümlemek için yazılı belgeler değerli ipuçlarını barındıran önemli kaynaklardır. Eğer yazılı belge yoksa kurgulamada bireylerin kendi iç örüntüsünü çözümlemek güçleşir; hatta karmaşıklaşır. Bu karmaşıklık, Türkiye gibi çok geniş ve kendi içinde farklılıklar sunan bir coğrafyanın anlaşılmasını bazen zorlaştırır. Kazılardan geriye sadece maddi izler kalır ve bunun yorumları da pek çok tartışmayı beraberinde getirir. Tarih öncesi bir topluluğun iç örüntüsünü bugünün değer yargısı ve bilgisiyle yorumlamaya çalışmak da bazen ciddi hatalara neden olabilir.
Arkeologlar için bazen etnografik bulgular, paha biçilmez bir bilgi kaynağını temsil eder. Temelde etnoloji, insanlığın uzun toplumsal evriminde yaşayan anlık görüntülerin bir koleksiyonunu sağlarken arkeoloji, kronolojik olarak açıkça tanımlanmış ve çoğunlukla kesintisiz bir dizinin ölü malzemesine erişebilir. Bu durumda her iki bilimin iç içe geçmesi, en azından bir dereceye kadar, sosyal evrimin yeniden oluşturulmasına yardımcı olabilir. Bu noktada arkeoloji için bütün sorun, zengin etnografik repertuarda kuru arkeolojik malzemeye hayat verecek doğru unsurları bulmaktır. Aynı zamanda coğrafya da göz ardı edilmemelidir. Çünkü birbiriyle hiç bağlantısı olmayan ve geçmişi çok farklı çizgilerde yaşamış grupları karşılaştırmaya kalkmak da ciddi hatalara neden olacaktır. Erken Neolitik toplulukların örgütlenmesinde soy önemli bir gösterge gibi durur. Aslında ileride oluşacak dikey hiyerarşinin omurgasını bu olgu meydana getirecektir. Soy; kabul edilmiş ortak bir kurucu ata olgusunu paylaşan, bireyleri kucaklayan tek çizgili bir yapıdır. Çiftçilerde bu olgu baba soylu olarak gelişir. Dünyanın birçok yerinde avcı-toplayıcılar tek çizgili köken gruplarına sahip olmama eğilimindeyken, küçük ölçekli tarımsal topluluklar bunun tersine bir yönelimdedir.
Böyle topluluklarda kurucu atalara en yakın yaşayan bireyler olarak yaşlılar, topluluk içinde önemli bir role sahip olurlar. Bu türden topluluklarda genellikle yaşlıların, topluluğun tümü olmasa da çoğunlukla soyu yönetmeleri ve temsil etmeleri beklenir. Ayrıca basit ve yerel tarımsal üretimin temel özelliklerinden biri genç bireylerin aile çekirdeğinden ayrılmaya meyilli olmasıdır. Kuru tarım genellikle büyük bir üretim gücü gerektirmediğinden, Anadolu’nun da içinde bulunduğu coğrafyada her çekirdek aile veya hane, potansiyel olarak soydan ve köyden ayrılmaya meyilli özerk bir üretim birimi oluşturur. Bu türden aile bölünmelerinin Geç Neolitik’ten itibaren arttığı belirgin biçimde görülebilir. Bazı coğrafyalarda birbirine sadece birkaç kilometre uzakta aynı özelliklere sahip küçük köyler görmek mümkündür. Her ne kadar ana gruptan ayrılsa da aynı soya sahip bireylerin kurduğu köylerin hem ana köy hem de yeni kurulan ve soy bağı olan diğer köylerle sıkı teması kopmamıştır.
Eşitsizlik aynı zamanda dikey hiyerarşi ile özdeştir. Sahiplenme duygusu ve bunun sonucu ortaya çıkan ekonomik özgüven, eşitsizliğin temelini oluşturur. Bir süre sonra ekonomik gücün veraset yoluyla çocuklara geçmesiyle birlikte, topluluk içinde bir saygınlık/prestij kazanılmaya başlanır. Böylece git gide topluluk içinde kendilerini ayrıcalıklı gören bir grup oluşur ve diğerlerini de bu durumu kabule zorlar. Eşitliğin kaybolduğu topluluklarda, eski sistemden farklı olarak, hane halkının rolü çok önemli olmaya ve aile üyeliği, bir bütün olarak gruba üye olmaktan daha öne çıkmaya başlar. Bu yapıdaki topluluklar uzmanlar tarafından katmanlı toplum veya şeflik olarak tanımlanır. Dikey hiyerarşinin mevcut olduğu toplulukların tümünde de benzer bir sistemin olduğunu düşünmek doğru olmayacaktır. Coğrafya, topluluğun yaşam biçimi, geçim ekonomisi gibi temel etmenler bunun en önemli belirleyici unsurlarıdır. Hiç kuşku yok ki yetenek, topluluğu oluşturan bireyler arasında önemli ayıraçlardan birisidir. Özellikle az sayıda kişide bulunabilen bazı yetenekler, onları diğerlerinin arasında öne çıkarır ve geri kalan ise onlara saygı duyar. Bunun yetenekli birey üzerinde olumlu ve olumsuz etkilerinin olması kaçınılmazdır. Grubun diğerlerinin sürekli takdirine mazhar olmak birey üzerinde “üstünlük” duygusu yaratacağı gibi, yetenekli bireyi grubun içindeki birileri önünde hedef haline getirme riski de vardır.
TARİH ÖNCESİNDE DEVRİMLER
Barındırdığı anlam itibariyle devrim; ani büyük değişim ve dönüşümü ifade eder. Oysa tarih öncesinde her şey günümüz ölçülerine göre çok yavaş ilerlemiştir. Örneğin köylüleşme süreci bile yaklaşık altı bin yıl kadar sürmüştür. Bu durumda tarih öncesinde devrim tanımını kullanmak ne kadar doğrudur? Öncelikle belirtmek gerekir ki, bu tanımın ilk ortaya çıkışı ve kullanımında dönemin dünya siyasetindeki genel görünüme bakmak lazım. Devrim tanımı arkeolojide ilk kez Avustralya asıllı İngiliz arkeolog Gordon Childe tarafından kullanıldı. Childe, Kendini Yaratan İnsan (Man Makes Himself) başlıklı kitabında Neolitik Devrim ve Kent Devrimi kavramını öne sürdü. Geçen yüzyılın önemli sosyal bilim kuramcısı Childe’a göre Neolitik Çağ’ın kendi dar ve katı sınırları metalürjide görülen büyük sıçramayla yıkılmıştı. Childe, bu yeni süreçte kendine yeterliliğin uzmanlaşma ile sağlandığını; akrabalığa dayanan köylülüğün yerini ise tam zamanlı uzmanların oluşturduğu kent toplumunun aldığını söyler.
BİRİNCİ ÜRETİM DEVRİMCİ (TARIM DEVRİMİ)
Childe bu kitabında Neolitikleşme sürecini Tarım Devrimi olarak görür ve böylelikle ilk köylerin oluştuğunu iddia eder. Geçen yüzyılın başındaki arkeolojik algıya göre köy ile tarım ayrılmaz bir ikili durumundaydı ve neredeyse bir yüzyıl kurgu bunun üzerinden yapıldı. Tarımın keşfiyle birlikte sosyal yaşamın bunun çevresinde şekillendiğine inanılan bu sistem, Neolitik Devrim olarak nitelendirildi. Sıkı bir Marksist olduğu bilinen Gordon Childe’ın devrim sözünü bilinçli olarak seçtiği aşikardır. Kendisinin gençlik yıllarından itibaren içinde olduğu ideolojinin en önemli simgelerinden birisi olan devrim kavramını arkeolojiye uyarladığı anlaşılıyor. Gordon Childe, bu kuramında diyakronik (art zamanlı) bir yaklaşım sergilemiş, Neolitik Devrim sonucu tarımsal üründe büyük artışlar yaşandığını, buna bağlı olarak yeni ekonomik girdilerin toplumsal örüntüyü dönüştürdüğünü ileri sürmüştür.
Childe, Neolitik toplulukların tarımda büyük girdiler elde ettiklerini ve bunun da sosyal sınıfların oluşmasına yol açtığını düşünür. Childe tarafından artı ürün gibi 19. yüzyılın Marksist iktisat tanımlarının sıklıkla kullanılması, aynı zamanda kendi siyasi görüşlerinin bir yansıması olarak değerlendirilebilir.
İKİNCİ ÜRETİM DEVRİMİ (HAYVANSAL ÜRÜNLER)
İngiliz araştırmacı Andrew Sherratt tarafından 1980’lerin başında geliştirilen bu kurama göre sığır gibi hayvanlar başta olmak üzere, ilk köylüler tarafından evcil hayvanların yaşatılması önemli bir devrim olarak görülür. Sherratt, bu görüşünü MÖ 6.- 2. binyıl arasında Yakındoğu ve Avrasya bulgularına dayandırarak açıklamıştır. Bu kuram temelde evcil hayvanlar ile köy sakinleri arasındaki yararcı ilişkiye dayanır ve bazı evcil hayvanlar hayatta kalarak sahiplerine uzun vadede fayda sağlar. Böylece köy sakinleri bu süreçte birinci devrimde kazandıkları tarımsal girdilerin yanına ikinci devrimde yeni bir sermaye olarak hayvansal girdileri eklediği söylenebilir.
Bu kuramın esası MÖ 8 bin 500’lerde evcilleştirilmeye başlanan keçi, koyun ve sığır ile birlikte ciddi bir süt ürünü elde edilmesi ve bu süt ürünlerinin hayvansal protein olarak yeni bir sermaye yaratmasına dayanır. Yerleşikliğin başlarında avlanan veya zoraki kamp içinde tutulan küçükbaş hayvanların ihtiyaç duyulduğunda kesilerek vücudun tüm bölümleri tüketiliyordu.
Oysa MÖ 7-6. binyıllara gelindiğinde evcil hayvanı öldürmekten ziyade yaşatmak asıl gayeye dönüşmüş, böylelikle uzun erimli bir gelir elde etme imkânı sağlanmıştı. Başta süt ve süt ürünleri olmak üzere hayvanlardan yün, kıl ve gübre gibi ekonomik değer yaratmak önemli bir amaç haline gelmişti. İkinci Üretim Devrimi’nin bir diğer girdisi ise kilden çanak-çömlek üretiminin yaygınlaşmasıdır. Erken Neolitik’ten itibaren kısıtlı da olsa kilden kap-kacaklar yapılmaktaydı. MÖ 7. binyılın ortalarından itibaren Yakındoğu’nun her yerinde çanak-çömlek üretiminde çok büyük artış gözlenir. Bu kapların biçimleri çoğunlukla boyunlu ve şişkin karınlı çömleklerden oluşmaktaydı. Bu tür kapların süt ve süt ürünlerine yönelik olduğu biçimlerinden dolayı rahatlıkla söylenebilir. Küçükbaş hayvanların gübrelerinin bu döneme ait çanak-çömlek üretiminde de çok yaygın kullanıldığı, son yıllarda hamurlarına yönelik yapılan laboratuvar analizleri ile kanıtlamıştır. Taze gübre aynı zamanda topraktan inşa edilen binalarda da yoğun biçimde kullanılmıştır. Özellikle kerpiç binaların inşasında kullanılan harç ve sıva içeriğinde gübre kalıntıları görülmektedir.
ÜÇÜNCÜ ÜRETİM DEVRİMİ (YERALTI MADENCİLİĞİ)
Tarih öncesinde üçüncü üretim devrimi ilk kez tarafımdan öne sürülen bir kuram/teoridir. Bu kuramın esası yeraltı madenciliğinin başlangıcına dayanır. İlk köy sakinleri av peşinde ya da çobanlık için gittikleri dağlık ve tepelik alanlarda renk ve dokularından dolayı farklı taşları toplamış olmalılar. Erken Neolitik başlarında bazı toplulukların, ısıyı kontrol etmeye başlamasıyla birlikte, pek çok taşı ısıtarak biçimlendirmeye çalıştığı bilinir. Bunlar arasında kendisi için farklı bir taş olarak görünen, yüzeye sızmış doğal bakır parçaları da bulunmakta idi. Böylece bunların diğerlerinden yapısal olarak çok farklı olduğunun ilk kez bu dönemde keşfedilmiş olduğunu anlıyoruz.
Belirtmek gerekir ki, keşif ve yenilik farklı şeylerdir. Erken Neolitik başlarında bakırın varlığı keşfedilmiş olsa bile yaygınlaşma ve bir yeniliğe dönüşmesi için hayli beklemek gerekecektir.
MÖ 5 binlere gelindiğinde bazı yerlerde ciddi değişikliklerin izi hissedilmeye başlanır. Aslında bunun habercisi olan bazı olgular MÖ 6. binyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkmaya başlar. Bu yeni olgu Torosların yukarısında, Anadolu yarımadasında somut olarak görmek pek mümkün değildir. Güçlü izler Toroslar’ın güney kesiminden gelmektedir. Çukurova’nın kazısı yapılmış en önemli tarih öncesi yerleşimi olan Yumuktepe, günümüzde Mersin kent merkezi içinde kalmaktadır. 1993 yılından bu yana İtalyan-Türk ortak projesi olarak yürütülen yeni dönem kazılarında köy yaşamından kent yaşamına geçişin erken izleri ortaya çıkarılmaya devam edilmektedir. Yumuktepe’nin XVI. tabakası büyük dönüşümün habercisi niteliğinde bulgular sunmaya devam ediyor. Gün ışığına çıkarılan buluntular bu büyük değişim ve dönüşümün iç dinamiklerden çok Aşağı Mezopotamya etkili olduğunu gösterir. Aslında bu dönemde Mezopotamya’da da önemli değişim ve dönüşümler yaşanmıştır. Öncelikle belirtmek gerekir ki, MÖ 6. ve 5. binyıllarda Anadolu’nun geniş bölümündeki yaşam biçimini Mezopotamyalılarla karşılaştırmak doğru olmayacaktır; çünkü ciddi farklılıklar gözlemlenir. Bu dönem için Mezopotamya hakkında bilgi oldukça fazla olduğundan pek çok kurgu yapmak mümkündür. Anadolu’nun doğu ve güneydoğusu, büyük çoğunlukla Mezopotamya kültür alanı ve etkisi altında olup, Erken Neolitik’ten itibaren (Göbeklitepe, Nevali Çori ve Karahantepe gibi) bu coğrafyada dolaşan ve kendi iç dinamikleriyle bazı dönüşümler yaşayan insan gruplarına ev sahipliği yapmaktaydı. Geleneksel Mezopotamya terminolojisinde Hassuna, Samarra ve Halaf olarak bir dizilim sunan bu süreç, gelişkin köy yaşamına doğru evirilmeye başlamıştı. Bu isimlerin her biri geçen yüzyılın ilk yarısında saptandıkları ilk kazı yerlerinin adıyla anılan Geç Neolitik yerleşimleridir.
MÖ 5. binyılın başlarına gelindiğinde Yakındoğu’da ciddi bir mineral talebi ortaya çıkmış gibi görünür. Epipaleolitik’ten itibaren mağara resimleri yapmak için boya hammaddesi olarak yararlanılan mineraller yüzeye sızmış çoğu doğal madenlerdi. Bilinçli madenciliğin başlangıcı Aşağı Mezopotamya’nın küçük bir höyük yerleşimi olan adını el-Ubeyd (al-Ubaid) kazısından alan Ubeyd dönemi ile başlar. Mezopotamya’nın geleneksel kronolojisinde Kalkolitik dönemi temsil eden Ubeyd ile birlikte ilk kez yeraltı maden ocaklarının işletilmesi söz konu olmuştur. Yeraltındaki cevherlerden ısı yardımıyla metal elde etmenin nasıl öğrenildiği hala ciddi bir soru olarak durmaktadır. Aynı şekilde, Ubeydli toplulukların yaşadığı Aşağı Mezopotamya’da hiç metal olmamasına rağmen bunun teknolojisini nasıl öğrendikleri de şaşırtıcıdır. Bu noktada bir konuya dikkat çekmek gerekir. Aşağı Mezopotamya’nın günümüzde bile yarı bataklık bazı alanları göz önüne alındığında buraya ilk toplulukların MÖ 7. binyılın sonlarından itibaren gelmeye başladıkları anlaşılır. Bu tarih aynı zamanda, Torosların güney eteklerindeki Erken Neolitik toplulukların yerleşimleri terk etmeye başladığı döneme denk gelir. Aşağı Mezopotamya’da sonraları Sümer uygarlığını yaratacak olan toplulukların atalarının buralardan güneye inmiş olmaları olasıdır. Bu görüş, metalden ve değerli minerallerden yoksun bu toplulukların maden teknolojisini nasıl bildiklerini de açıklar. MÖ 7. binyıl sonlarında Toroslar’da ciddi bir hareketli (mobil) yaşam başlayınca, bunların içinden bazıları daha uygun alanlar için güneye yönelmiş, ama asla kuzeydekilerle teması kesmemiş olmalıdır. Böylece, geride kalan hareketli topluluklar dolaştıkları dağlık ve tepelik alanlarda yeraltı işletmelerinin ön çalışmalarını başlatmıştır.
Mezopotamyalıların bu seyahatleri çoğunlukla nehirler üzerinden yaptığına dair kanıtlar da mevcuttur. Nehir ulaşımına uygun basit salların kanıtları kazılarda ele geçmiştir. Yerli topluluklar ile iletişimin nasıl kurulduğu veya asıl unsurların yerli mi yoksa güneyli mi olduğu sorusu arkeoloji çevresinde önemini koruyarak devam etmektedir. Bu dönemde toplumsal yaşamdaki en önemli değişimlerden birisi, her ne kadar en önemli ekonomik girdi tarım olmaya devam etse de metalin bir sermaye olarak ikinci sırada yerini almaya başlamasıdır. Önemli bir ekonomik girdi durumuna gelmeye başlayan metal, sonraları merkezi güçlerin ortaya çıkmasında önemli bir itici güç konumuna gelecektir.
YERALTI MADEN İŞLETMELERİNİN TOPLUMSAL YAPIYA ETKİSİ
Birinci ve ikinci üretim devrimi sonucunda ortaya iki önemli sermaye çıkmıştı: Tarım ve hayvancılık. Bu iki girdi çok uzun yıllar Yakındoğu topluluklarının temel geçim kaynağı olduğu anlaşılıyor. Hatta bu coğrafyada kurulan ilk devletlerin de ekonomisi bunun üzerine oturur. MÖ 5 binlerden sonra ise üçüncü üretim devrimi ile birlikte yeni bir sermaye devreye girmişti; mineraller. Özellikle yeraltı maden işletmelerinin devreye girmesiyle birlikte toplumsal yapıda büyük değişim tetiklenmiş, bireyler arasında ayrışma ve tekelleşme başlamıştır.
Üçüncü Üretim Devrimi ile ortaya çıkan yeni toplumsal sistemde merkezi otorite meydana çıkar, bunun sonucu olarak da gündelik yaşamda kısıtlamalar görülmeye başlar. Merkezi otorite bir kez yerli yerine oturduktan sonra toplumsal davranışların bazılarına yaptırım uygulamak ve bunları suç saymak kolaylaşır, hatta bu kendiliğinden gelişebilir. Ortaya çıkan yönetimsel erk, aslında kendi çıkarlarını koruma refleksi gösterir. Durkheim’ın dediği gibi merkezi otoritenin oluştuğu her yerde ilk ve temel işlev ortak inanç, gelenek ve adetlere saygı ve itaati sağlamaktır. Böylelikle ortak bilinci, iç ve dış her türlü düşmana karşı korumaya yönlendirir. Üçüncü Üretim Devrimi, aynı zamanda toplumsal eşitsizliğin derinleşmesine yol açmıştır. Yüzbinlerce yıl eşitlikçi ve az stresli bir yaşamdan sonra sıkı kontrol edilen, her şeyin kurallara bağlandığı bir yaşama geçiş ile birlikte minerallere hükmetme arzusu ve bu yeni sermayeyi kontrol etme dürtüsü, devletin ilk çekirdeğini oluşturmuş gibi görünüyor. Böylelikle, iki bin yıl sonra bu yeni sermayeyi korumak için Aşağı Mezopotamya’da Sumerliler, dine dayalı ilk kent devletlerinin temelini attılar. Çok tanrıcılık içinde Sumer kent devletleri merkezi otoriteyi kurmuş ve ilk yazılı kanunları uygulayarak topluluğu (cemaati), topluma (cemiyete) çevirmiş modern yaşama giden yolların ilk kilit taşlarını döşemişler. Ortaya çıkan bu yeni duruma karşı gelenler ise şiddetli biçimde cezalandırılmıştır. Arkeolojik bulgularda bunun somut yansımaları görülür. Ünlü Sumer kent devleti Uruk’ta bulunan bir
silindir mühürde, ayakta duran sakallı yöneticinin nezaretinde işkence sahnesi yer alır. Böylelikle, etkileri günümüze kadar uzanan bir yaşam modelinin temelleri bu dönemde ortaya çıkmış ve neredeyse bin yıllardır aktörler değişse de senaryo pek değişmeden devam etmiştir.
*Doç. Dr. / Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü