Bu topraklarda pek az öğe gerçek tarihsel, siyasal ve toplumsal anlamlara doğru açılan bir nitelik edinir (bunu da azıcık iyimserlik adına söylüyorum ya). Çoğunlukla olan biten, bu öğelerin kimi kolektif fantezileri desteklemek üzere devreye girmeleridir. Örneğin İslamcılar ‘jakobenizm’ gibi, ‘toplum mühendisliği’ gibi terimlere sıklıkla başvururlar (‘jakobenizm’ ifadesi ‘tepeden inmecilik’ ifadesinden daha havalı duruyor olsa gerek). Bunu da elbette İttihat ve Terakki çizgisinin hem eleştirisini yapmak üzere hem de ittihatçılığın çağdaş görünümleri olarak gördükleri şeylere işaret etmek üzere yaparlar, fakat jakobenizm ifadesinin tek bir yazıda, tek bir tartışmada Fransız Devrimi'ni de çağırdığına tanıklığım olmadı benim; ne de İttihatçılık eleştirisinin Balkan Savaşlarına ve bu savaşların ardından iktidarın almış olduğu pozisyona dair bir tartışmayı başlatmış olduğuna tanıklığım var. Ola ki Fransız Devrimi aynasından bakınca bizzat kendilerinin ne kadar ‘jakoben’ olduklarını; Balkan Savaşları ve on dokuzuncu yüzyıl sonları ile yirminci yüzyıl başlarının ‘tarihsel’ aynasından bakınca da İttihatçıların açtığı boş mekana bizzat kendilerinin oturmuş olduklarını göreceklerdir.
Tarihe yönelik bu tarih dışı çağrılar, terimlerin de kavramsal bir art alana işaret eden göstergeler olmaktan çıkarak, bir kolektif fanteziye hizmet eden, dayanak olan simgeler ve imgeler olarak yeniden inşa olmalarına yol açar. Bir terimi, çağırmakta olduğu tarihselliği çağırmadan bir kolektif fantezinin bir simgesine veya imgesine dönüştürmenin de vebali büyüktür. Bilgi ölür, kanı yaşar. Bu kanı, kişilerin kendileri hakkında imgelerini tasarlamalarında da etkin bir rol oynamaktadır elbette. Bu imge, gerçeklikle çarpıştığında tuzla buz olur; fakat ya kolektif fantezi tam da o gerçeklikle bir çarpışmayı engellemek üzere işleyen bir şeyse? O halde, burada tarihçilik ya da tarihsel bir gönderim alanı filan yok demektir; burada söz konusu olan hem geçmişin hem de şimdinin bir kolektif fanteziye kaydedilmesi yönünde bir girişimdir.
Bu, çağımızın siyasal gündeminin on dokuzuncu yüzyıl sonları ile yirminci yüzyıl başlarının siyasal gündemleri tarafından istila edilmekte olduğu anlamına geliyor; fakat tarihsiz bir biçimde gerçekleşiyor bu istila. Kim olduğunu bilmediğimiz Jakobenler, politikalarının ne olduğunu bilmediğimiz İttihatçılar filan… Giorgio Agamben bir söyleşisinde şimdiye erişimi mümkün kılan tek şeyin geçmişin bilgisi olduğunu söylüyordu. O halde Türk-İslamcı ideolojinin yaptığı şey, tam olarak, bir tarihi çağırıyormuş gibi görünerek onun üzerini örtmektir. Böylelikle simgeler veya imgeler haline getirilmiş figürler de bağlamsız bir imgesel saçılma halini alıyorlar ve geçmişin kapıları kapanıyor. Geçmişin bilgisi olmayınca şimdiki zamanımıza da bir erişimden yoksun kalıyoruz. Kökenlerin, geçmişin, şimdinin, geleceğin iç içe geçerek sıkıştığı narsistik bir uzam kalıyor geriye. Asla gerçek bir erişimine sahip olamadığımız bir şimdiki zamana sıkışmak… Gerçi seçim sonuçları donmuş kalmış bir ‘şimdide’ küçük de olsa bir çatlağa işaret ediyor; en azından ‘şimdilik’…
Toplum mühendisliği, ittihatçılık gibi terimler, örneğin Balkan Savaşlarını da göz önüne getirse ne olurdu? Acaba İttihatçıların “zor yoluyla” Türkleştirme ve asimilasyon politikaları için tersinden de olsa “Allah’ın bir lütfu” olduğu da görünür olabilir miydi? Bu lütfun 1915’e giden yolun bir anlamda başlangıcı olduğu?.. Acaba Anadolu ve Yukarı Mezopotamya’nın kadim halklarının, Süryanilerin, Keldanilerin, Ermenilerin, Rumların bir etnik temizlik politikasına kurban edilişleri de bu toplum mühendisliğinin içerisinde düşünülebilir miydi? İttihatçılık Sünni Müslümanları mağdur etmişmiş, öyle diyorlar. Romalıların resmi Hıristiyanlık görüşlerine karşıt olan Nasturilerin, Romalılardan bile sağ kurtulmayı başarmış olduklarını hatırlamak bile, bu türlü bir mağduriyet söylemine “Ayıptır” demeye yeterli oysa. “Yüzde doksan dokuzu Müslüman olan topraklarda” diyebilmelerini bile İttihatçılara, onların Anadolu’yu Türkleştirme ‘projesine’ (!) borçlularken üstelik… Bu politikanın fırsatını mağlup olunmuş bir savaştan devşirmişti İttihatçılar. Bu toprakların Müslüman olmayanları da bu politikanın negatif çimentosu durumundaydılar, ne yazık ki.
Marx’ın 18 Brumaire’ini hatırlamadan edemiyor insan. “Tarihteki bütün büyük olaylar iki kere yinelenir: İlkinde trajedi, ikincisinde kaba güldürü” olarak diyordu Marx: “Tüm ölü kuşakların geleneği, yaşayanların beyinlerine bütün ağırlığı ile çöker. Hatta kişiler, yenileşmekle ve tümüyle yeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde, yani devrim bunalımı sırasında, korkulu kafalarından geçen hep eski devirlerin ruhudur; istedikleri, adlarını, sözlerini, kıyafetlerini aldıkları eski insanların kılık ve diliyle tarih sahnesinde görünmektir.” Luther’in St. Paul maskesiyle arz-ı endam etmesi, 1789 ve 1814 devrimlerinin önce Roma Cumhuriyeti, sonra Roma İmparatorluğu giysisi içinde kurum satmaları vs. Asr-ı Saadet rüyaları, fetihler, Abdülhamitler, şunlar, bunlar… Bu eski dekorlar ve aksesuarlarla siyasal sahnede arz-ı endam edişin tek eksiği savaştı; ne neyin fırsatına dönüştü, kim açısından, kim bilir?
Seçimler şimdiki zamana bu türlü bir sıkışmışlıkta küçük de olsa bir çatlak yarattı. Umalım ki bu çatlak büyüyüp ‘zamana’ yayılsın. Gerçek anlamda yüzleşmeyi bir türlü beceremediğimiz şu tarihimizle (!) de bir yüzleşme mümkün olsun da şimdiki zamanımıza erişim bulabilelim.