Üniversitelerin zevksiz odalarına kapanan kumaş pantolonlu tarih memurları, epistemik/semantik bir örtü örüp tarihin üstüne gererler. Sayısız tarihsel belgeyi tahrif etmekte ustadırlar. Bir tezin konusu kazara “azınlıklar” olmasın, jürilerde adaylardan bütün “sakıncalı” sözcükleri çıkarmaları ya da iyi sıfatlı yerleri “Türk” diye değiştirmeleri istenir. Başka dillerden çeviri yaptıklarında da aynı tahrif zihni devreye girer.
Türkiye’de ve Türkiyeli tarihçilerin kurdukları Azerbaycan ve Kuzey Kıbrıs gibi yerlerde 200 kadar tarih bölümü var. Her yıl ortalama 75 öğrenci aldıklarını ve dört yıllık olduklarını düşünürsek 75x4x200=60 bin sayısını buluruz. Dolayısıyla nüfusun yaklaşık binde biri sürekli olarak tarih eğitimi alıyor diyebiliriz. Bütün bu bölümlerin yıllardır öğrenci aldıklarını düşünürsek tarihçi nüfusu yüzdelik dilimde görünecek kadar kalabalık olacaktır. Yani tarihçiler bir araya gelip bir kanton, bir beylerbeyliği, bir halk cemahiriyesi filan kurabilirler. Ama bütün bu eğitimin hedefinin, Malmîsanij’ın deyimiyle, falsifikasyon (tahrif) olduğunu görüyoruz. Bu tarih, baskın etnik grup ve mezhebin dominasyonu altındadır.
Pek çok tarihçi yerli ve millî bir tarihsel çerçeve çizerken araştırma nesnesi ile arasına yeterli bir mesafe koymuyor. Bir fetih eri gibi coşan bu insanlar, aslında tarihçi değil, birer ideoloji üreticisi. Yerleşik olan ve doğruyu çoktan alaşağı etmiş resmî tarih anlayışı, başlıklardan dipnotlara fır dönüyor. Bir noktadan sonra anlattıkları, daha doğrusu örttükleri şeye değil, üslûba bakıyor insan. Akademik dil, etik ve yaklaşımı filan geçelim, soru çok doğrudan: İnsan nasıl bu kadar kolay yalan söyler?
Marksist yaklaşımdan Bloch’a, Rothacker’dan Carr’a uzanan çerçeveden bakıldığında tarih yazımında bir ayıklamadan söz edilebilir. Yani aslında belli bir şeyi okuyoruz. Elimizdeki metinler, zamanın iktidarlarının yorumunu yansıtıyor. Buna karşılık bu iktidarlara rakip diğer iktidarların da yine kendi iktidarlarına bağlı metinleri var. Yapılan şey, bir, iki ya da daha fazla resmî tarihten bir resmî tarih çıkarmaktır. Dolayısıyla geçmişi hiç bilemeyeceğiz. Yine de bu, işin teorik tarafı, ama buralarda sadece pratikle karşı karşıyayız ve bu pratik büyük ölçüde resmî tarihin ayıkladıkları, seçtikleri ve örttüklerinden oluşuyor. Hadi bunu bir ölçüde araştırma alanının sınırlandırılmasına, hatta daha da anlayışlı davranıp metin dışı tezi metinle kanıtlamaya bağlayalım. Varsın resmî tarihle dolu biri hayal kırıklığına uğramasın ve daha önce üretilmiş metinleri evirip çevirip mutlu olsun. Ama doğrudan tahrif de neyin nesidir yahu? Bir gün biri bakmayacak mı kullanılan metinlere?
İki örnek vereyim. Kayıp Kürtçe şiirlerini bulmaya çok yaklaştığım, altı dilde şiir söylediğini/yazdığını söyleyen Şükrî-i Kürdistanî’ye bakalım. Latîfî, tezkiresinde onun için şöyle diyor: “Kavm-i Kürdistândan ve bilâd-ı Türkistândan üstâd-ı şâ’ir ve mütefennin ü mâhirdür.” Ama Mustafa İsen metni sadeleştirirken bu kısmı şöyle tahrif etmiş: “Doğu yöresindendir.” Tabii canım, Doğu yöresi! Kınalızâde Hasan Çelebi de “Şükrî: Kürdistândandur. Merhûm Sultân Selîmün fütûhâtını nazm itmişdür” diyor ama bundan bahsetsen sadeleştirmeci ve tahrifçiler değil sen milliyetçi oluyorsun!
Şu Amid-Amed-Diyarbekir-Diyarbakır mevzusu nasıl karıştırılmış, ona da bakalım. İdris Kadıoğlu, 18. yüzyıl şairlerinden Ahmed-i Âmidî’nin “Yusûf u Züleyhâ”sı hakkında doktora tezi hazırlamış. Ama tahrif tezin başlığından başlıyor: “Diyarbakırlı Ahmedî!” Oysa şair mesnevisinin sonunda açık bir şekilde kendinden “Ahmed-i Âmidî” diye söz eder: “Ahmed-i Âmidi’ye her kim du‘â / Eylese Hak derdine virsin devâ.” Demek sadece incelemede değil, çeviride, yorumda, çeviriyazı ve sadeleştirmede de tahrifler var.
Bütün öğrenciliğimiz işte bu tür memurların amfilerde, sınıflarda saçmalamaları, bizi yok saymaları, yokluğumuzu kanıtlamaya çalışmaları, bizi polise ve idareye vermeleriyle geçti. Sonra akademisyen olduk, yine bu zevat bizim soruşturma komisyonlarımıza üye olmak ve bizi akademiden attıran listeleri hazırlamak için birbirlerini ezdiler. Tarihi üstlerine geçiren bu zevat tarihe nasıl geçecek peki? Şimdiden söyleyeyim: Tahrifçi, ihbarcı, raporcu, listeci, iktidarcı, soruşturmacı ve helvacı olarak tabii.