Tarihselci aydınlanma yanılsaması üzerine

Siyaset felsefecisi Leo Strauss’a göre, tarihselcilik relativizmin kökünü oluşturur ve ‘doğal hak’ fikrinin reddedilmesine dayanır. Temel iddiası, tarihin tüm hak ve adalet ilkelerinin belirli bir zaman ve yere bağlı olduğunu gösterdiğinden, (doğal hak olmaksızın) doğru ya da adil olanın değişmeyen, evrensel olarak geçerli ve kanıtlanabilir bir kavram olamayacağıdır. Ona göre, sosyal çevremiz değiştikçe, hak kavramımız da değişir. Bu nedenle böyle bir hak yoktur.

Abone ol

Tony Dneg

Gençlerin yolları, geleceğin yollarıdır. Bu nedenle, geçen yıl tez danışmanım olan Roberto Foa ise liberal demokrasinin geleceği hakkında endişeli. O ve 'Demokrasi Halka Karşı’ adlı kitabın yazarı Yascha Mounk, Batı’da yaşayan gençlerin kendi yönetim sistemlerine inancını yitirdiğini savunuyorlar. Ve ileri sürdükleri iddiaların haklılığı, mevcut durum tarafından gittikçe artan biçimde destekleniyor.

Günümüzde, (küresel) kasabada herkes popülizm dilini konuşuyor. Kamu kurumlarına dair gittikçe artan güvensizlik, seçimlere olan ilgisizlik ve liberal demokrasiye karşı otoriter alternatiflere sunulan destek yalnızca soyut bir istatistik verisi değil, aynı zamanda gerçekliğin de bir göstergesi. Üniversite yerleşkelerimizde yeni bir kültür savaşı yaşanıyor ve öğrenciler, liberal kurumlara duyulan ortak bir küçümseme duygusuyla yönlendirilen siyasi aşırılıklara giderek daha fazla çekiliyorlar. Bizzat bir öğrenci olarak, Foa ve Mounk’un korkusunun gerçek olduğuna şahitlik edebilirim. Akranlarım arasındaki çok sayıda insanın liberal demokrasiye karşı özel bir saygısı yok. Bu insanlar, yalnızca bunun kesinlikle en iyi yönetim sistemi olduğu iddiasına değil, aynı zamanda herhangi bir hükümet sisteminin diğerlerinden daha iyi olduğu iddiasına da bir temel teşkil etmediğini düşünüyorlar.

RELATİVİZMİN YARATTIĞI TEHDİT

Bu, bir şeyin diğerinden daha iyi olamayacağına dair relativist* bir önerme. Bu bakış açısına göre, hukukun üstünlüğüne, demokratik kurumlara ve ifade özgürlüğüne inanıyorsak, bunun nedeni yalnızca bu ilkelere alışmış bir kültürde yetişmiş olmamız. Farklı bir ahlaki ortamda yaşayan farklı bir kültür, farklı ilkelere inanır ve biz onların hatalı ya da az gelişmiş olduklarını söyleyemeyiz; çünkü onlarla aynı geçmişi paylaşmıyoruz. Doğru ve yanlış, iyi ve kötü, gerçek ve gerçek-dışı sadece bir perspektif meselesidir.

Relativistler dünya görüşlerinin en hoşgörülü, önyargılardan en çok arınmış görüş olduğunu varsayarlar. Ne var ki bu kendine has hoşgörü türü, onları hoşgörü sahibi olmayanlara karşı güçsüz kılar. Başkalarını eleştiremedikleri için kendi bakış açılarını savunamazlar. Bu nedenle relativizm, insanların toplumlarına ve siyasi rejimlerine olan ahlaki bağlılığını aşındırır, dolayısıyla dağılmayı ve hayal kırıklığını büyütür.

Öte yandan, başka bir sebepten ötürü de tehlikelidir. Relativizmle erken dönemde tanışan öğrenciler nezdinde, bu, diğer yönelimleri engelleyen bir düşünce şeklidir. Relativistler, dinsel vahiyleri, doğu felsefesinin ve Bağımsızlık Bildirgesi’nin “açıkça kanıtlanmış gerçekleri” de dahil olmak üzere tüm relativizm dışı düşünceleri, sadece yanlışlıkla evrensel bir geçerliliğe sahip olan yerel fikir birliği ifadeleri olarak görmek zorundadır. Diğer bakış açılarını asla anlayamazlar. Onları görmeleri gerektiği haliyle göremez ya da içerden takdir edemezler.

Allan Bloom’un otuz yıl önce belirttiği üzere, bu durum, ironik bir sonuca yol açar: Relativizm, tüm kültürlere ve dönemlere açık olma takıntısıyla, bu kültürlerin ve dönemlerin çoğunun gerçek görüşlerine kendisini kapatır. Bu sadece toplumsal bağlamda aşındırıcı bir doktrin değil, tutarsız bir doktrindir: Eleştirel düşüncelerini engellerken, genç ve kolay etkilenebilen insanlarda bir aydınlanma yanılsaması yaratmaktan sorumludur.

TARİHSELCİLİK VE TARİH

Siyaset felsefecisi Leo Strauss’a göre, tarihselcilik relativizmin kökünü oluşturur ve ‘doğal hak’ fikrinin reddedilmesine dayanır. Temel iddiası, tarihin tüm hak ve adalet ilkelerinin belirli bir zaman ve yere bağlı olduğunu gösterdiğinden, (doğal hak olmaksızın) doğru ya da adil olanın değişmeyen, evrensel olarak geçerli ve kanıtlanabilir bir kavram olamayacağıdır. Ona göre, sosyal çevremiz değiştikçe, hak kavramımız da değişir. Bu nedenle böyle bir hak yoktur.

Bu iddianın yetersizliği hemen fark edilebilir; zira her kültürün doğal olarak ‘var olma hakkı’ için aynı ilkeleri benimsemesi gerektiği doğru değildir. Doğal hak, tanımı gereği, aklın gelişimi yoluyla keşfedilen bir haktır. O halde, tüm kültürlerin, doğal hakkın yaygın bir şekilde doğrulanması için gerekli olan düzeyde bir sebep meydana getirmesini beklemek aptallık olur. Esasında, ampirik tarihselcilik** olarak adlandırdığımız şey, potansiyeli gerçeklikle birleştirir. Uygun yansıma ve görüş alışverişleri neticesinde tüm bireyler için keşfedilebilir olması, doğal hakkın bir gereğidir. Ama buna rağmen her yerde ve tüm kültürlerde yerleşmiş olması bir gereklilik değildir.

Tarihselciliğin tek saygın türü, ampirik olmaktan ziyade felsefidir. Yine de sosyal bilimler öğrencileri arasında hâlâ böylesine belirsiz bir duruşun hiç eleştirilmeden bu kadar yaygın biçimde kabul görmesi şaşırtıcı bir durum. Felsefi tarihselcilik, bir nesilde yüceltilen görüşlerin, insan bilgisinin tarihsel ufkuyla sınırlı olduğu sonucuna varacak biçimde, bir sonraki nesilde hor görüleceğine dair tarihsel bir olgu ortaya koyar. Nietzsche ve Hegel gibi filozoflar, gerçeğin bir bütün olabileceğine ama her tarihsel çağın bu bütünün sadece bir bölümünü ortaya çıkardığına inanırlar. Bütünün tam bir resmi, sadece bir parçasının bilgisinden elde edilemez ve tarih söz konusu olduğunda, var olan tüm parçalar birbirinden bağımsız biçimde, bir deneyimler körfeziyle diğerlerinden ayrılır.

Tıpkı eski Yunanlıların, tüm bilgeliklerine rağmen Birleşmiş Milletler gibi bir kurum oluşturmayı düşünemedikleri gibi, tüm bilgiler de bir anlamda kendi tarihsel anını bekler. Vaktinden önce hiçbir şeyi bilemeyiz; çünkü bir olgu, ‘vakti geldiğinde’, bilebileceğimiz her şeyin toplamını ortaya koyar. Felsefi tarihselcilik, evrensel olarak kabul gören, tarihsel olmayan değer sistemlerini içermeyen ampirik gözlemini, hiçbirinin olamayacağı yönündeki epistemolojik bir iddiaya dönüştürür. Hiçbir çağın toplumsal bilgi birikimi bir diğerinden daha iyi değildir; çünkü her ikisi de kısmidir. İnsani ilişkilere dair hiçbir içgörü, tarihsel bağlamını aşamaz.

Peki ya tarihselci iddianın kendisi ne olacak? Bu yalnızca kendi tarihsel bağlamının bir ürünü değil, yanı sıra, zamansal sözleşmesi sona erdiğinde değiştirilmesi gereken bir fikir midir? Bu, felsefi tarihselciliğin kaçınılmaz ve belki de en ölümcül açmazıdır; zira kendilerini, kendi teorilerinin neticelerinden muaf tutar ve iddialarının evrensel olduğunu öne sürüp kendilerine tarih ötesi bir değer atfederken, tarihçiler, Hegel’in ruhunda, relativist felsefelerinin tarihin ötesinde ve hatta tarihin sonunda bir anın göstergesi olduğunu savunurlar. Bu, tüm tarihin incelenebildiği ve onun sırrının çözüldüğü, ayrıcalıklı bir zirvedir; bahsi geçen sır ise tarihçi tezdir. Şayet sonraki toplumlar onun otoritesini reddederlerse, bu sadece tarihin bir kez daha onlardan gerçeği gizlediği anlamına gelecektir.

DOĞAL HAKLARA DÖNÜŞ

Bu Hegel savunmasını inandırıcı bulmuyorum; çünkü her şeyden önce bu bir totolojidir***. Tarihselci tezi haklı çıkarmak amacıyla özel bir zamanda yaşadığımız gerçeği kullanılırken, tarihselci tezin kabulü de özel bir zamanda yaşadığımızın kanıtı olarak gösterilir. Aynı savunma, herhangi bir zaman diliminden kendini azade tutmak amacıyla herhangi bir doktrin tarafından da kullanılabilir. Ayrıca, felsefi tarihselciliğin argümanını oluşturduğu ampirik veriler farklı şekilde yorumlanabilir. Tarih boyunca var olmuş ve birbiriyle çelişen inançların çeşitliliğini, insan türünün sahip olduğu bilginin bir zaman ve mekânla sınırlı olduğu iddiasının kanıtı olarak görmek yerine, aynı çeşitlilik ve uyumsuzluk, insan türünün doğal haklara yönelik özlemindeki ortaklaşmanın bir işareti olarak da görülebilir.

Strauss, zaman içerisinde, toplumların daima ‘özel’ ve ‘evrensel’ olan arasında ayrım yaptığını gözlemlemiştir. Birinin ne yediği ya da ne giydiği gibi önemsiz görülen konularda gruplar kendi içlerindeki farklılıkları tolere eder. Bu kişilerin tercihleri bir başkası tarafından çelişki olarak görülmez. Ancak kutsallık taşıyan meselelerde -adalet ya da kimin kimi ve hangi otorite aracılığıyla yöneteceği gibi- farklılıklar söz konusu olduğunda, farklı değerlere sahip gruplar bu değerlerin birbiriyle çeliştiğine inanırlar. Mesela, Amerikan İç Savaşı, kölelik meselesi nedeniyle yaşandı. Köleliğin sadece bizim için değil, herkes için yanlış olduğuna dair görmezden gelinemeyecek bir duygu hakimdi. Gerçekten de, toplumlar dahilindeki önemli konulara ilişkin bir anlaşmazlıktan söz ettiğimizde, şu ya da bu şekilde çözülmesi gereken önemli şeylerin olduğu gerçeğine dair daha derin bir ortak anlayışın varlığını kabul ederiz. İnançların çeşitliliği yalnızca doğal hak fikrini çürütmek için yetersiz değildir; aynı zamanda doğal hak fikrinin ortaya çıkması neredeyse bir gerekliliktir.

Tarih bilgisinden tarihselci sonuca doğrudan ve kaçınılmaz biçimde giden bir yol mevcut değil. Alternatif yorumlar yapmak da mümkün. Yani, bir iddianın diğerlerini engellemesi gerekmiyor. Yine de bu, diğer tüm dünya görüşü girişimlerini, yani tarihselci olmayan sistemlerden kaynaklanan tüm dünya görüşlerini itibarsızlaştırmaya bel bağlayan tarihselciliğin tabiatına aykırıdır. Bu doktrinin en büyük tehlikesi, entelektüel kayıtsızlığı telkin etme eğiliminde olmasıdır. Tarihselci-relativist paradigmanın felsefi kusurları, pedagojik zararlara yol açar. Bu durum, mevcut siyasal iklimimizle de son derece yakından ilgili; çünkü bu aydınlanma yanılsamasının karşısında en savunmasız olanlar, ilk kez siyasi arenaya giren ve eğitimlerine bağlı olarak bizi krizlere ya da yenilenmeye doğru taşıyacak olan gençlerdir.

Onlara gerçekten açık fikirli olmayı öğretmemiz ve bir entelektüel dokunulmazlığına sahip oldukları gibi yanılsamalar yaşatan dogmaları akıllarından uzaklaştırmamız mühimdir.

*‘Görecilik’ ya da ‘Bağıntıcılık’ da denen Relativizm, felsefe tarihinde sürekli gündemde yer almış olan bir felsefi anlayıştır. Felsefenin alt bölümlerinden epistemoloji (bilgi bilim) ve etik alanlarında göreceli yaklaşımlar özellikle etkili olmuştur. Bilgi anlayışında ‘mutlak ve nesnel gerçek’ anlayışından ayrılır, bilginin kesinliğinden ve genel geçerliliğinden şüphe eder. Bütün bilgilerin göreli olduğu önermesi, bu akımın başlıca iddiasıdır.

**Tarihselcilik, tarihsel dönem, coğrafi yer ve yerel kültür gibi mekan ve zamana da anlamlı bir önem atfetme görüşüdür. Hegel’den etkilenen Karl Marx’ın yazıları da tarihselci bağlamda yazılmıştır. Bu terim aynı zamanda ampirik (deneyselci) sosyal bilimlerle ve Franz Boas’ın çalışmaları ile ilişkilendirilir.

***Totoloji, bir bileşik önermenin kendini oluşturan önermelerin her değili için daima doğru sonuç vermesi durumudur. Bir şeyi kendi kapsamıyla tasvir eden tanımlardır. Bu tür tanımlar yeni bir bilgi vermez. Örneğin, ‘ev evdir’, ‘adam gibi adam’, 'totoloji gibi totoloji’ vb tanımlar kendi başlarına yeni bir bilgi içermez.

**** Yazının aslı Areo Magazine sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)

Kaynak:

https://areomagazine.com/2019/08/27/the-historicist-illusion-of-enlightenment/