Tarık Çelenk, sağ gelenekten gelen bir isim olarak sağcılığa ilişkin dikkat çekici tespitlerde bulunuyor. Türk sağının iktidardaki başarılarına rağmen teorik ve düşünsel başarısızlığına vurgu yapan Çelenk, Türk sağının dayandığı kaynaklarla sağlıklı bir ilişki kuramamasından yakınıyor ve bu durumun ciddi semptomlara yol açtığını düşünüyor. Çelenk’le hem Türk sağının bugününü hem de geleceğini konuşmaya çalıştık.
Türkiye’de sağcılık yıllardır tartışılan ve bundan sonra da tartışılacak olan bir konu. Ancak sağcılığa ilişkin literatürün belki de çok daha yetkin bir noktaya ulaşması gerekirken bunun olmamasının nedeni, belki de sağcılığın her an elimizden kayıp gidecek kadar her şekle girebilen yapısıdır. Her ne kadar İslamcıların büyük bir bölümü sağcılığı reddetse ve bunu bir hakaret olarak görse de, sağcılığın aslında içinde İslamcılık, muhafazakârlık, milliyetçilik ve dindarlığın sığdırılabileceği bir şemsiye kavram görevi gördüğünü söyleyebiliriz. Bu açıdan tıpkı yazarın da ifade ettiği gibi sağcılığın anlaşılması, Türk siyasi tarihinin doğru anlaşılmasını sağlayabilir. Zira sıradan insandaki genel eğilim sağcılıktır. Bu, aynı zamanda bu röportajın yapılma nedenidir.
TÜRK SAĞI, DEĞERLERİNİ KORUMADA BAŞARISIZ OLDU
Türk sağının sorunlarına geçmeden önce isterseniz Türkiye’de sağ ve sağcılık kavramlarını ele alalım. Türkiye’de oldukça dağınık bir halde bulunan, ortak noktaları cami cemaati olmak ve herhangi bir metodolojik çizgiye sahip olmayan politik bir grupla ilgili tanım yapmanın güçlüğü ortada olmasına rağmen yine de böyle bir çabaya girişmenizi istesek nasıl olur?
Türk sağını uluslararası literatüre göre tanımlamaya kalkarsak oldukça yanılırız. İlk gözümüze çarpan çelişki, muhafazakârlık, değerleri ve geleneği koruma konusundaki Türk sağının uygulamalarındaki başarısızlıklarıdır. Ayrıca bugün de yoksul ve mülkü olmayan sınıflar, solu değil, ideoloji veya popülizm kılıfında da olsa sağı desteklemektedir. Türk solunun da aynı hususta genel akademik literatüre tam oturabildiğini söyleyemeyiz. Türk sağı ve solunun bugünlere uzanan tecessüm etmiş hallerini 1970’li yılların 1980 darbesiyle sonuçlanan düşük yoğunluklu, üstü örtülü, gençlerin kullanılan aktör olduğu, tarafların sağ-sol diye tanımlandığı iç çatışma dönemine dayandırabiliriz. Bu yıllarda, her ne kadar İslamcılar, milliyetçiler veya muhafazakâr demokratlar ayrıyız diyorlarsa da o dönemlerde “Milliyetçi Cephe” içerisinde, sol dedikleri veya kendilerini ilerici kabul eden laik, Kemalist ve devrimci ittifaka karşı ortak bir politik tavır almışlardı.
İlgili kitabımı hazırlarken, değerli bir akademisyen politikacı, buna Türk sağı demeyelim “Yerli ve milli düşünce” denilsin demişti. Ancak ne dersek diyelim bugünden geriye 200 yıllık siyasi-toplumsal tarihimizi, iki temel fay hattı- çatı tanımı olarak Türk sağı (bence bugün henüz günceldir) diğeri de Türk solu (bu tanım güncelliğini kaybetmek üzeredir) üzerinden sağlıklı okuyabiliriz. Türk sağının tarihi, aynızamanda 1950’den bugüne, belki de yarına da Türkiye’nin siyasi tarihidir.
DAYANDIĞI TEMELLER İNSANI ESAS ALDIĞI HALDE TÜRK SAĞININ DIŞLAYICI OLMASI BÜYÜK ÇELİŞKİDİR
Türkiye’deki sağ düşüncenin tarihsel bir temele oturmakla birlikte gerçeklikle uyuşma sorunu olduğunu söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız? Kastettiğiniz aslında Türk sağının tezlerinin tarihsel ve toplumsal karşılığı olmakla birlikte bunun günümüze uyarlanma sorunu yaşadığı mı yoksa aslında sağın tarihsel olguları gerçeklikten uzaklaştırdığını ve manipüle ettiği mi?
Türk sağı genelde, son Türk devletinin bekasını, Sünni İslam’ı, medrese ile uyumlu tasavvufu savunmakta. Bin yıllık tarihsel akış içinde bunların birer süreklilik arz ettiğini ve bu akışı geleceğe taşımanın yükümlülüğünü vurguluyor. Ancak bu olguların gerçekliği ile Türk sağı çelişki içindedir. Öncelikle tarihte kurulan emperyal Türk devletleri kozmopolit karakterdedirler. Farklı yapıları içselleştirici özellikleri vardı. Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan Yesevi, Nakşıbendi ve Hacı Bektaş’a uzanan irşat yolculuğu “İnsan”ı esas alıyordu. Devletin yaşamasını buna bağlıyordu. Türk sağının milliyetçilik anlayışı, özellikle elit düzeyde dışlayıcı bir psikolojiyi ve toplumsal grup kimliği bakımından da kolektif bir narsisizmi barındırmaktadır. Tarihte milliyetçilik, Avrupa'da bir yönüyle kent devletçiklerinde burjuva sınıfının uzlaşı ideolojisi olarak gelişmişti.
Bizim siyasi tarihimizde ise devlet ve taşra arası ilişki üzerinden gelişti. Avrupa, milliyetçiliği o dönemlerde üreten sınıfların gerçekliği üzerine konuşlandırdı. Bizde maalesef ideolojik milliyetçilik anlayışı, üretmeyen mülksüz toplulukların kaygıları ve siyasi çıkarları üzerine genelde konuşlandı. Bu anlamda tarihsel ve elde mevcut değerleri ile Türk sağının uzlaşmacı ve onarıcı bir kültürel milliyetçiliğe ihtiyacı vardır. Türk sağının devleti kutsaması, ardından devleti ele geçirmek ve bunu sürdürebilmek için her çeşit metodu, idealizmden sıyırıp oportünizme dönüştürüyor. Bu da değerler silsilesiyle, idealler, amaç ile ayrı bir çelişkiyi teşkil ediyor.
ORTAK ÇIKARLAR İSLAMCILIĞI, MİLLİYETÇİLİĞİ VE ULUSALCILIĞI TEK CEPHEDE TOPLADI
İslamcılığın sağcılıkla ilişkisini nasıl tanımlıyorsunuz? Gerçi kitabınızda Ahmet Cevdet Paşa’nın “kavim” kelimesine dini bir anlam vermesiyle (aslında Kuran’daki millet tanımı kastedilmiş olabilir mi?) İslamcılığın milliyetçi bir tonda milliyetçiliğin de İslamcı bir tonda kendini gerçekleştirdiğini mi ima ediyorsunuz?
Bu tamamen İslamcılığın modernleşmesinden ve popülerleşmesinden kaynaklanmaktadır. 19'uncu yüzyıl ve 20'nci yüzyıl başında İslamcılar çok farklıydı. Ama her şeye rağmen o dönemdeki İslamcılık, bir grup kimliğinin-ümmetin veya bir devletin-Osmanlı'nın nasıl toparlanacağına ilişkin yerli aydınların arayışı idi. Kentli ve iyi eğitim görmüş aydınların bir kısmınca savunuluyordu. Bir bakıma siyasi bir durumdu. Milliyetçilik de benzerdi.
Cumhuriyet, laik ulus devlet düzeninde kurulduğunda artık İslamcılığa ihtiyaç kalmamıştı. Türkiye’de İslamcılık tek parti döneminden bugünlere hilafet çizgisi, İslam ülkeleri paktı, İran çizgisi, Selefi çizgi ve bugünlerde ulusalcı çizgilere kadar sivil alanda farklı mutasyonlara uğramıştır. Burada belirleyici unsurların İslamcıların temel aksiyolojik kaynaklarla herhangi tanımlı bir gelenek bağını oluşturamaması, taşralaşma çıkmazına takılmaları, güç erki ile olan ilişkilerine kadar değişik sebeplerden oluştuğunu görebiliyoruz. Ama bugün özellikle Orta Doğu ve Afrika’da devlet politikalarında İslamcılığa, iç siyasette de milliyetçiliğe ihtiyaç duyulmaktadır. Yıllar önce Aydınlar Ocağı'nda devlet politikaları için ortaya atılan Türk-İslam sentezi ideolojisi artık karşılığını bulmuştur. Ortak kaygı ve çıkarlar artık İslamcılığı, milliyetçiliği ve ulusalcılığı tek cephede toplamış gözüküyor.
Sonuçta, İslam için konuşacak olursak, din evrenseldir. Ermeni, Sırp veya Rus milli kilisesine eskiden şaşılırdı. Camiler ve tekkeler evrensel karakterde olmalıdır. Bu yerleri millileştirirsek ibadethane özelliklerini kaybettirmiş oluruz. Kasaba sekülerliği ile popülerleştirdiğiniz bir dini dünyanın, metafizik bir anlam evreniyle artık ilişkisi kalmayacaktır.
Bu söyledikleriniz İslamcılığın lümpen bir köylülük tarafından ele geçirildiği, taşranın ve taşra ahalisinin kendi kişisel ve toplumsal kaygılarının İslamcılık adı altında kamufle edildiğine dair giderek güçlenmekte olan bir tespiti de teyit eder mahiyette…
Araplar bugün de dahil hep kabile kaldılar. Biz Türkler ise hep göçtük. Doğu Roma ve Pers ile karşılaşınca Osmanlı ve Selçuklu ile merkeze yerleştik. Osmanlı yönetiminde Anadolu hep taşra kaldı. Taşrayı yerinde dönüştürme gayreti Cumhuriyet'in iyi niyetli çabalarına rağmen başarısız oldu. Siyasetçiler taşrayı kentlere taşıdılar, kentler özelliğini kaybetti dev taşralar oluştu. Ranta ve popülizme dayalı ayırt edilmeksizin oy toplamak kolaylaştı. Kentler artık taşralaşmıştı. Taşranın milliyetçi/İslamcı tasavvuf ve cemaat anlayışı artık kente taşınmıştı. Güvenlik politikalarının nedenlerinden biri, bilinçli veya bilinç dışı süreçlerde üretilen kaygılardır. İnsan vücudunda adrenalin hormonu neyse din ve milliyetçilik de odur. Beka kaygısı ile lümpen İslamcılık-milliyetçilik anlayışı arasında doğru bir orantı görüyorum.
TÜRK SAĞI, ELEŞTİREL DÜŞÜNCEYE KAPALI
Aynı şeyi sağcılık/Türkçülük hakkında biraz daha farklı bir şekilde söyleyebilir miyiz? Yusuf Akçura, Abdülaziz Bekkine, Gaspıralı İsmail, Ahmet Ağaoğlu ile başlayan düşünsel serüvenin günün sonunda kendisini tam bir fikri kısırlığa mahkum etmesine nasıl bakmalı? Bu durumun sizin de ifade ettiğiniz “sağın diyalektik ve multidisipliner düşünceden yoksun olması”yla ilişkisi ne olabilir?
Bahsettiğiniz insanlar Kazan’dan Rus Aydınlanması'nın içinden gelen düşünürler. Batı'nın sağlam düşünce disiplini, Fransız veya Anglo-sakson ekolünden gelen Ali Fuat Başgil’den, Cemil Meriç’e kadar sayabileceğimiz isimler ancak bu hususlarda katkı yapabilirlerdi. Kâtip Çelebi’nin mezarını ve kitaplarını ölümünden 200 yıl sonra tesadüfen bulmuşuz. Şu an en muteber Kuran tefsirini yapan Elmalılı Hamdi Efendi’nin felsefe tarihi ve Batı dili bilmeden bu tefsiri yapmam doğru olmaz deyip “Metalip ve Mezahib”i yayınladıktan sonra tefsire başlamasını unutmamalıyız. Türk sağının düşünce metodolojisi ve disiplininin oluşamaması nedenlerinin başında eleştirel düşünceye (critical thinking) karşı kapalılık ve ötekini anlama konusunda gösterilen direnç gelmektedir. Temel mesele rahmetli Hocaoğlu’nun dediği gibi, Anadolu’da düşük şiddetli taşra karakterli bir milli burjuva devrimi yaşandı. Ancak maalesef ki bu Kalvinist karakterli Anadolu kaplanlarının ideallerini besleyecek bir fikirleri ve entelektüel önderleri hiç olamadı.
SAĞCI GENÇLER BİREY OLMAYI ÖĞRENEMEDİLER
Sağcılığın ve kendisini sağın bir parçası olarak tanımlayanların değişimden korktuğunu, sağcı gençlerin kente geldiklerinde değişime karşı mesafeli olduklarını, sağcılığın da bu nedenle bir türlü bir devinim yakalayamadığını söylüyorsunuz. Bu korkunun nedeni nedir?
Arkadaşlarımızla konuşuyoruz, 50’li yaşların sonundayız hâlâ ağabeylerden kurtulamıyoruz. Onlara saygı duymakla beraber fikri esaretlerinden kurtulmamız gerekir. Sağ mahallede kadrolar, orta sınıf iyi yetişmiş ailelerin çocuklarından olamadı. Anadolu’nun yoksul gençleri oldular. Bu nedenle midir bilinmez ama yıllar boyunca iyi eğitim verilmiş yabancı okullara hep korkuyla bakıldı. Ne çelişkidir ki sıkı kalem tutanlardan birçoğu da bu okullardan yetişti.
70’li yıllardan bu yana Anadolu kasabalarından gelip sağcı olan gençler birey olmayı öğrenemediler. Ne yazık ki, Nurettin Topçu’yu, Erol Güngör’ü, Mümtaz Turhan’ı savunuyor gözükmelerine rağmen anlayabilecek alt yapıları ve etikleri hiç olamadı. Bir de Türk sağının milliyetçi kanadındaki değerli aydınların bir kısmının üstünde ciddi bir mahalle baskısı endişesi mevcuttur. Politik beklentileri ve mahalle baskısı üstünde olan aydınlar, bazı hususlarda konuşmayı değil susmayı tercih etmektedirler.
MİLLİ MÜCADALECİLER, SOLUN ÖRGÜTLENME BİÇİMİNİ BENİMSEDİ
Yeniden Milli Mücadele hareketinin sağ içerisindeki yerini nasıl tanımlarsınız? Devletin derin yapılanmalarıyla YMM arasındaki ilişkiye dair ciddi sorgulama ve soru işaretlerine ilişkin neler söylemek istersiniz?
O konuda elimizde bir veri yok. Ancak özellikle Afyon ve Konya gibi yerlerden gelen yetenekli idealist gençlerle devletin önemli birimlerinden yetişmiş merhum Ziya Uygur gibi insanların ilgilenmesi, bir kadro hareketi ile örgütlenmeleri ilgi çekicidir. Tarih ve bilgi anlayışına metodolojik bakarlar, bu konuda eğitimler yaparlardı. YMM'nin tıpkı devrimci gruplar gibi örgüt anlayışları mevcuttu. Bu nedenle Türk sağının temayüz eden birçok ismi bu grup kökenli oldu. Ancak onlar da bugünkü Türk solunun önemli bir kısmı gibi komplo mantığından yeteri kadar sıyrılamadılar. Bunda tarih tezlerini Cevat Rıfat Atilhan ve Ziya Uygur gibi 1930-40’ların anti-semitist ve anti-siyonist tarih tezinden etkilenen kişilerin dolaylı tesirleri olabilir.
TÜRK SAĞINDA PARADİGMA ÜRETECEK İNSAN YETİŞMEDİ
Türk Sağının Atlası adlı emek mahsulü kitabınızda kendi yazılarınızın yanı sıra yer verdiğiniz Erol Cihangir daha serbest dünya görüşü ile katı bir yapıya sahip ideoloji arasındaki farka işaret ediyor. Buradan Türk sağının fikri dağınıklığı, sistematik bir düşünce üretememesinin nedeni mi sonucu olarak mı görülüyor? Burayı biraz açar mısınız?
Bu durum aslında sadece Türk sağının değil, Türk düşünce tarihinin de genel bir sorunudur. Türk sağının yerli ve milli tanımı, Türk solunun ise enternasyonal tanımı buna uymakta. Türk sağını fikri açıdan toparlayacak mükemmellikte insan yetişemedi. 60 ve 70’li yılların ideolojiler döneminde medeniyetimizin temel unsurları olan değerlerimizi Türk sağı kendince ideolojileştirdi, doktrinler ortaya koymaya çalıştı. Malum o dönemde her grubun hiç anlamadıkları ekonomi dâhil bunlardan kendilerinde yeterince vardı. Son 200 yılda yetişen Alman, Fransız ve İngiliz düşünürlere-filozoflara bakıldığında onlarda bizimle aynı dönemlerde yaşayan düşünürlerin asimetrisini görebilmek, bizlere çok şey ifade edecektir.
CAMİLERDE BÜTÜN İNSANLIK İÇİN DUA EDİLDİĞİNE ŞAHİT OLMADIM
Türk sağının sorunlarına bakıldığında temel sıkıntılardan birinin de ilkesel ve vicdani duruş boyutunda bir eksiklik olduğu, sanki sistematik düşünce eksikliğinin ilkesellikle bütünleşmiş tutarlı bir politik tutuma dönüşemediği gibi bir izlenim ediniyor insan. Bunun nedenleri üzerine elbette düşünmüşsünüzdür. Burada yatan temel sorun nedir sizce?
Gene de bu kadar genellemeye gitmemeliyiz diye düşünürüm. Papalık yayınladığı Katolisizmin ilkeleri kitabında “Vicdan” tanımı ve gerekliliği hususunda 10 sayfaya yakın yer veriyor. Bizde Elmalılı Hamdi Efendi ve S. Nursi dışında vicdan hususunda yaygın bir metne rastlayamadım. Camilerimizde tüm insanlık için dua istendiğine pek az şahit olmuşumdur.
Erich Fromm, insan topluluklarında türdeşini vahşi öldürme içgüdüsünün ne kadar güçlü olduğundan bahseder. İç ve dış tehdit algısı yükseldiği, var olma mücadelesinin gündeme geldiği süreçlerde bu içgüdü, kendini acımasızca dışa vuruyor. Tarihsel travmalar, yaslar ertelenmediği zamanlarda potansiyel olarak bilinç dışı, süreçlerde hep yaşayacaklardır. Türk sağında Sevr travması hep var olmuştur. Büyük ve küçük grup kimlikleri, öteki diye tanımlanan her kimseye karşı, acımasızca manipülasyona hep açık kalmışlardır. Bireyin değil grubun öne çıkarıldığı kimlik anlayışında, nefret potansiyelinin olduğu bir yerelde evrensel vicdan duygusunu yakalamak çok kolay olmayacaktır. Belki de bunun bir çözümü de geleneğe ve değerlere normalleşerek dönmekten geçiyor olabilir.
Son birkaç yıldır daha popüler hale gelmiş bir Necip Fazıl olgusuyla karşı karşıyayız. Bazılarının Türk sağının müspet ve menfi yönleriyle temsil ettiğini düşündüğü Necip Fazıl üzerinden bir Türk sağı çözümlemesi yapmanızı istesek?
Bu konuda uzman değilim. Ama merhumun hayatında birçok aşama, çelişki veya tekâmül gerçekleşmiş. Şiirleri duygu, öfke ve geçmiş travmalar yüklü. İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş döneminin regresyon çözümlemesinde popüler Türk sağı için uygun bir duygusal aktarıcı figür olmuş.
TAŞRA DÜŞÜNCESİNDE GRİ ALAN YOKTUR, HAİN VE KAHRAMAN VARDIR
Sait Halim Paşa bile zamanında Batı ile Osmanlı arasındaki çekişmeyi Müslüman karşıtlığından çok ekonomik ve jeopolitik nedenlerle özetlenebilecek bir takım nedenlerle açıklarken, şu anki sağ ve muhafazakârların Batı içerisindeki farklılaşmaları göz ardı edip bütün bir Batı coğrafyasını Müslüman karşıtı/İslam düşmanı ilan etmesini nasıl değerlendirmek gerekir?
Türk sağının taşralı karakterini sıkça vurgulamıştık. Bebekler yetişme evresinde anne tarafından özgüven verilmediği takdirde, iyi ve kötü kavramlarını iç dünyasında bir arada değerlendiremiyor. İyileri hep kendine aktarıyor, kötüleri ise hep ötekine/dışarıya yansıtıyor. Taşra grup kimliği ve ideolojilerde de gri alan yoktur. Siyah-beyaz, hain ve kahraman vardır. Zamanında FETÖ dizilerinde bunu somut olarak görebilirdiniz.
Bahsettiğiniz dönemdeki Sait Halim Paşa ve Tunuslu Hayrettin Paşalara bir bakalım, biri Fransa diğeri de İsviçre’de birinci sınıf eğitim almışlar, yabancı literatürü metodolojik olarak takip edebiliyorlar, akademik ve diplomatik çevrelerin tam merkezindeler. İlaveten Mısır’da iyi eğitim görmüş görgülü Hidiv Ailesi'nden gelmekteler. Aynı zamanda İslamcı siyaseti savunabiliyorlar. Bu kadar iyi yetişmiş insanların uluslararası dünyayı realist bir sistematik içinde görecekleri çok açıktır. Tabii ki bugünkü durum post-truth dönem algıların hakim olduğu bir dönem. Ama gene de bu psikolojiyi sadece sağ popülizm ve gri alan körlüğü ile açıklamak yeterli olmayabilir. Küreselleşme ve İsrail’in politikaları sonucu incinen Müslüman halkların ilave psikolojik gelişen süreçlerinin, adaletsizliğe ve Batı’ya olan tepkilerini de ihmal etmemek gerekiyor.
TARİHTE BİRLEŞTİRİCİ OLAN TARİKATLAR, ŞİMDİ KUTUPLAŞMANIN PARÇASI HALİNE GELDİ
Türkiye’de tarikatların bugünkü durumlarını da konuştuğumuz konular ışığında değerlendirir misiniz?
Önce ifade ettiğimiz gibi Türkiye’de tarikatlar insan merkezli değil de devlet merkezli olarak varlıklarını sürdüreceklerine inanmış gözüküyorlar. Bu da kendi açılarından varoluşsal bir çelişkiyi barındırmakta. Tarihlerine baktığımızda, Moğol istilası döneminde sosyal anlamda tekkelerin Anadolu’nun birliğinin sağlanması konusunda önemli rolleri olmuştu. Maalesef bugünün Türkiye’sinde ise kutuplaşmanın bir parçası olarak boy göstermekteler.
TÜRK SAĞI, KÜRT VE ERMENİ SORUNLARINA İLİŞKİN ÖLÜ TAKLİDİ YAPMAKTAN VAZGEÇMELİ
Türk sağının geleceğine ilişkin neler söylemek istersiniz? Sizin kafanızdaki Türk sağına ilişkin ideal bir tablo var mı? Nasıl olursa Türk sağı, sorunlarından kurtulur?
Öncelikle özgüven eksikliği çözülmeli. Gerek Türk, gerekse de İslam tarihine ilişkin tüm gerçeklerle yüzleşebilmeli. Mesela Kürt ve geçmişteki Ermeni sorunları konusunda ölü taklidi yapılmaktan vazgeçilmeli. Hamaset ile zaman kazanılmaya son verilmeli. Bu tavrın aynı zamanda karşı tezlerin haklılık iddialarına mesnet kazandırdığı görülebilmeli. Gecikmenin maliyetinin yüksekliğinin gerçek bir tehdit unsurunu oluşturacağı idrak edilmeli. Tarihimizi en azından İbni Haldun’un çok yönlülüğü ve samimiyetiyle hakikatler doğrultusunda inşa edebilmeliyiz. Bu gerçeklikler bizi Müslüman-Türk kimliğimizden uzaklaştırabilir kaygısına son vermeliyiz. Türklüğün kozmopolit ve kaynaştırıcı eşit yapısı, tasavvufun evrensel olgun insan odaklı misyonu ile yeniden tüm insanlık için bir “nizamı alem” ülküsünü hedeflemeliyiz.
Tarık Çelenk kimdir?
A. Tarık Çelenk 1961 Erzurum doğumlu. İTÜ Elektrik Fakültesi'ni 1982’de bitirdikten sonra Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'na subay olarak nasp edildi. 1999’da kendi isteği ile binbaşı rütbesinden istifa etti. Özel sektör, İSKİ Yönetim Kurulu üyesi olarak çalıştı. 2005-2011 arası uluslararası anlamda çatışma çözüm çalışması yapan Ekopolitik düşünce kuruluşunun yöneticiliğini yaptı. 2013’de Akil İnsanlar Akdeniz grubu üyesiydi. 2018’de VakıfBank Kültür Yayınları'nın kuruluşu ve Genel Yayın Yönetmenliği'ni yaptı. “Türk Sağının Düşünce Atlası” ve “Yüz Yıllık Düğüm: Musul Vilayeti Belgeseli, Söyleşi ve Görüşler” yayınlanan eserleridir.