Tarık Tolunay her yanıyla Fractal İstanbul’u anlatıyor

2000'li yılların başından beri aklına düşen İstanbul'u detaylı bir şekilde çizmek fikrini tarihi yarımadayı 200 milyon piksellik bir "dijital harita" ile hayata geçiren Tarık Tolunay ile "Fractal İstanbul" adını verdiği çalışmasına nasıl başladığını ve onun haritası gibi çok katmanlı ve detaylı bir şekilde konuştuk...

Abone ol

Söyleşi / Barış Yıldırım

DUVAR - DadaSanat, 15 Mart’ta ilk sergisini açtı. 30’dan fazla katılımcısı olan İllüstratörler Sergisi’nde Tarık Tolunay’ın son dönemde sosyal medyada çok ilgi gören fractalistanbul projesi de yer alıyor.

Tarık Abi’yi ilk kez 1990’lı yıllarda Gırgır, Avni ve muhalif basında çizdiği karikatür ve illüstrasyonlarla tanıdım. Daha sonra kendisiyle, eşi Nuray’la ve (adını Oğuz Aral’dan alan) zeki oğlu Aral’la da tanıştım. Taksim’de Ara Cafe’de başlayan sohbetimiz evlerinde devam etti. Nuray fotoğraflarımızı çekti ve sanat tarihinin ücra köşelerinden piyasanın labirentine uzanan sohbetimize dahil oldu.

Önce neden bu harita bu kadar ilgi gördü, onu sordum.

Haritanın arkasında 15-20 yıllık bir birikim var. Haritada tek karede cisimleşen ayrıntılı görselde insanlar arka planda harcanan emeği ve sabrı okuyabildiler. Çok adlandıramasalar da kısa zaman aralığında benim aktarmak istediğim mesaj görsel üzerinden onlara aktı. Öncelikle sosyal medyada yüksek oranda paylaşılarak gösterildi bu olumlu ilgi. Sonrasında fractal istanbul ile ilgili yaşadığım birçok olay haritanın insanlarla duygusal bağının kurulduğunun göstergesi oldu. Örnek vermek gerekirse… Bir izleyicimiz sadece başkalarının art niyetli kullanımlarını engellemek için fractal istanbul ile ilgili domainleri satın aldı ve sonrasında bana devretti.

Tarık Tolunay

Benim çalışmam görsel olarak sanat dünyamıza yeni bir şey getirmiyor olabilir. Ben naçizane çok incelikli bir sanat anlayışına sahip olmayabilirim. Bu çalışmanın hayattaki karşılığını benim değerlendirmem subjektif olabilir. Fakat şunu biliyorum ki, sanat dünyasında soyut ve anlaşılmaz faaliyetler, insanlar tarafından yadırganıyor ve bunlarla bağ kurulamıyor. Yirmi küsur senedir çizen biri olarak bienallerde sergilenen işleri ben anlamıyorum. Herkes rahat olsun. Anlamamanın suçluluk duygusunu yaşamasınlar. Elbette sanatı anlamak için bir sanat kültürü gerekiyor. Ama bazı işleri çözümlemek enigma makinesinin şifresinden beter! Ben herkese ulaşabilecek ve herkesin anladığını hissettiği bir şey yapmak istedim.

Fractal için 3 hedef kitle belirledim kendime: Sanat Tarihçileri, Mimarlar ve belki en ilginci berberler. Açıkçası tıraş olduğum bir berberin duvarında fractal istanbul posterini görebilmek benim hedeflerimden biri. Bu üç gruptan da çok olumlu geri dönüşler aldım. İstanbul Haritaları kitabının yazarı sanat tarihçisi Ayşe Yetişkin Kubilay beğenisini ifade eden bir yazı yazdı. TMMOB başkanı Mücella Yapıcı Twitter’da uzun süre kapak görseli olarak Fractal İstanbul’u kullandı. Ve en nihayetinde benim sevgili berberim nam-ı diğer Yüksel Kuaför sergimize gelerek, bütçesini de zorlayarak sınırlı basım bir posterimi satın aldı. E daha ne olsun? Memnunum bu geri dönüşlerden.

İstanbul’un illüstratif haritası insanlara dokundu. Bu dokunuşu sağlayan birkaç faktör var: Biri oldukça ayrıntı barındıran bu çalışmaya harcadığım emek. Bu her zaman takdir görür. Elbette sadece harcanan emek bir çalışmayı sanat eseri olarak adlandırmaya yetmiyor. Bir başka önemli faktör konu seçiminin İstanbul olması. ve sonrasında eserin yeni bir önermede bulunuyor olması. Bir fikir barındırması. Fractal İstanbul son dönemde “Kim mahvetti bu şehri?” tartışmalarının üzerine tersten bir cevap vererek “Mahvetmese idik ne olurdu?” sorusu üzerine biraz ütopik bir yaklaşımda bulundu.

'İSTANBUL ETKİSİ'

Venedik’i veya Roma’yı çizseydin yine de etkisi olmaz mıydı?

Bilemiyorum. Ama bildiğim şudur ki… İstanbul’un insanlar üzerinde çok derin etkileri var bu kesin. Bir aşk ve nefret durumu yaşatıyor. İstanbul’da yaşayanlar bu şehirden kaçmak istiyorlar, kaçanlar ise geri gelmek istiyor. Kimisi nefret ediyor bu şehirden, kimisi delicesine âşık. Sonuç olarak İstanbul, duyguları harekete geçiren bir şehir. Çocukluğunuzun geçtiği bir sokağa yıllar sonrasında yolunuz düştüğünde neler hissettiğiniz… İşte “İstanbul etkisi” budur! Bu planlı olmayan ama sonsuz sürpriz barındıran bu şehrin sanıyorum ki diğer dünya şehirlerinden bu anlamda bir farkı var.

Senin “asimetrik şehir” kavramın, bana Kojin Karatani’den çevirdiğim Metafor Olarak Mimari kitabını hatırlattı. Karatani orada Christopher Alexander’a referansla şöyle diyor: “Alexander birçok yıllara yayılan bir seyir içinde ortaya çıkan kentlere doğal kentler adını verir. Bunu, doğal kentleri, tasarımcılar ve planlamacılar tarafından bilinçli biçimde yaratılmış yatay kentlerden ayırt etmek için yapar. Yapay kentlerin, kentlere özgü özsel bileşenlerden yoksun olduğunu öne sürer. … birçok tasarımcı, doğal kentlerin bileşenlerini deveye sokarak modern tarzda yapay kentleri canlandırmaya girişti; bu girişimler bu güne kadar başarısız oldu, çünkü bunlar, bizzat şehrin iç yapısını kavramayı başarmadılar, onun yerinde bir doğal kent görüntüsünü ya da imgesini taklit ettiler. Alexander, yapay bir kent ağaç biçiminde örgütlenirken, doğal şehrin bir yarı-kafes biçiminde örgütlendiğini savunur.” Bu kafes biçimi de benim Sanki Devrim’de Gezi’nin sanatını çözümlerken başvurduğum Deleuzeyen “rizom/köksap” modelini hatırlatıyor. Ağaç gibi bir kökten çeşitli düğümlerle ayrılan bir model yerine her düğümün birçok şekilde başka düğümlere bağlandığı bir figür düşünelim. Senin deyiminle “asimetrik”, Alexander’ın deyimiyle “doğal” bir şehir olarak İstanbul’u böyle kendine özgü yapan belki de düğümleri arasındaki sayısız bağ.

Bu doğal gelişim (son yılları “doğal” kabul etmediğimiz için saymıyoruz) onu batı kentlerinden ayırıyor. Anadolu şehirleri, kasabaları da böyle, Yunan şehirleri ve kasabalarında da görürüz bunu: Herhangi bir planın ürünü olmayan hayatın ihtiyaçlarıyla katman katman örülmüş yerleşim yerleri. Tipik Akdeniz yaklaşımı. Bu tip yerlerde gezmek çok zevklidir. Bir sokağı döndüğünde neyle karşılaşacağını bilemezsin: Bir deniz manzarası, Roma’dan kalmış bir kilise, anıt bir çınar ağacı, cami, yılların zulmüne uğramış köhne bir ev. Ve tabii insanlar. Tıpkı yapılar gibi sonsuz renk barındıran sürprizli insanlar.

Yıllardır harita peşinde koşuyorum. Kent haritaları topluyorum. İstanbul’un eşi yok, Bu yüzden Fractal İstanbul’un bu şehre yakışır eşi olmayan bir harita olmasını istedim. İzleyici haritanın ayrıntılarında kayboluyor ve kesinlikle kendi hayatından parçalarla karşılaşıyor. Köşesini döndüğü bir sokak, çay içtiği kahvehane, hepimizin sevdiği bize ait formlarıyla vapurlar. Trenler vs.

Bu zamana kadar konuştuklarımızdan şunları çıkardım: Fraktal’i özgün kılan, insanların yüreğine dokunmasını sağlayan etkenler şunlardı: Önce İstanbul’un güzelliği, sonra 20 yıllık bir çizgi deneyimi, bu deneyimin haritadaki ayrıntı düzeyine yansıması, harcanan emek ve herkes tarafından anlaşılabilir olması, herkese dokunabilmesi. Biraz da ‘tür’ meselesinden bahsedelim. Bu tür haritaların bir adı var mı?

Birçok isimlendirme yapılabilir. Kullandığım tanımlamalardan biri illüstratif harita. Ama teknik bir yaklaşımla “izometrik harita” da denebilir. Ben yeni bir kavram üreterek adına ‘Fractal’ İstanbul demeyi tercih ettim. Köklerini Matrakçı Nasuh’tan alıyor. İtalya’dan İstanbul’a gelerek belgeleyen bir seyyah gravürcüden alıyor. Ve tabii ki günümüzün grafik yaklaşımları ve oyun sektöründe kullanılan teknikler de var kökleri arasında. Tümünün bir karması.

Burada minyatürden farklı olarak bir perspektif, oldukça teknik bir perspektif yok mu?

Var; fakat Fractal’i minyatüre bağlayan köklü ilişkiler var. Minyatürdeki bazı yaklaşımları kullandım: Sadeleştirme, büyüklük ve küçüklük kavramıyla oynama. Minyatür geleneği önemsiz olanı küçültür, önemli olanı büyütür. Mesela Ayasofya gerçek boyutunun en az 6 katını kaplıyor benim haritamda. Öne çıkartmak istediğim yapıları gözden kaçırılmayacak şekilde ön plana taşıdım. Yalnızca üç ay boyunca haritanın genel planı üzerine çalıştım. Google, Yandex gibi çevrimiçi haritaların yardımıyla hangi sokakları görüp hangi sokakları görmeyeceğim üzerine düşündüm. Bazen her şeyi belgelemek gerçeği görmenin önünde bir engel. Bu yüzden ben kendi yorumum olan İstanbul’u çizdim. Mutlak doğruluk içeren haritaları zaten bugün kişisel telefonlarımızda bile kullanıyoruz. Benim haritam biraz geçmiş dönem haritalarına bir selam gönderme gibi sanki. O haritalar çok yanlıştılar belki. Ama çok sıcaktılar! İşin zanaat kısmından kaçmıyorum. Uydu fotoğraflarının olmadığı dönemlerde birileri adım adım gezerek bu şehirleri belgelediler. Fotoğraf makinesi icat edildikten sonra onların çalışmaları bize hoş bir hatıra olarak kaldı. Ben bugün benzerini tekrarlıyorum, Ama bu tip haritalar duygulara seslendikleri için güzeller. Bilimsel bir çalışma da yapmıyorum. Kent-insan ilişkisini işliyorum.

'DELİCE BİR İŞ'İN KISA TARİHİ

Peki bu hikâye nasıl başladı? Nasıl oldu da bu “delice” işi aklına yazdın?

Ben Tarihi Yarımadayı oldum olası çok seviyordum. 300 küsur cami, çeşmeler, türbeler, yüzlerce Bizans eseri. Hepsinin toplamında yurtdışından İstanbul’a gelen bir turistin hayranlıkla baktığı bir coğrafya. Üzücü olan şu ki, yüzlerce çeşmenin hiçbirinden su akmıyor günümüzde. Çok övünülen “ecdadın mirası” hunharca katlediliyor.

Çocukluğumdan beridir o sokaklardan geçerim. Cankurtaran’da, Kumkapı’da eski ahşap evler vardı, yoksul aileler otururdu, şimdi lüks oteller oldu. (Fraktal İstanbul üzerinden takip ediyoruz.) Şuralardan geze geze geçip, Gırgır’ın binası şuradadır. Burada iki sokak gösterdim ama tabii çok daha fazla sokak var, sadeleştirdim. Bunlar soyutlanmış halde. Daha ziyade büyük sokakları seçtim. Burada belki 2000 ev var ben 10 tane koymuşum. Her biri ayrı ayrı çizilmiş.

O bölge beni öyle etkiledi ki hep kafamda “Burayı bir çizsem” fikri vardı. O zaman iki boyutlu vektörel programlar vardı, büyük projeler yapılamıyordu. İki boyutlu olduğu için kağıda “yapışıyor”du. Bunlar üç boyutlu. Bilgisayarda 20 ayrı parçada çalıştım, bilgisayarın gücü yetmiyor. Dışarı aktarıp Photoshop’ta birleştirerek bu hale getirdim.

Haritayı bilgisayarda açınca mantığını daha iyi anladım. Buradaki her figür üç boyutlu. Çevresinde dolaşabiliyoruz, her açıdan bakabiliyoruz Küçük bir parçayı tek başına ve bütünlüğü içinde görmek çok etkileyici. Gerçekten fraktal. Her bir parça kendi içinde bütünün ipucunu taşıyor. Birçok şey yapılabilir bununla.

Evet. Haritanın teknik altyapısı buna uygun. Digital guidemap olarak yeniden kurgulanabilir. Bir takım aplikasyonlar ve hatta oyun yapılabilir. Kamera hareketleriyle içinde dolaşabileceğiniz bir film haline getirilebilir.

Bu kamyonu, bu kadını, kuşları tek tek modelledin değil mi?

Haritada gördüğün her bir piksel, poligon, doku birebir benim elimden çıktı evet. İstanbul’a ait 250 çeşit doku ürettim. İnternetten tek bir kaldırım taşı dokusu almadım. Hepsini elimle çizdim. Parçalar halinde çalışıp kütüphaneler oluşturdum. 100 küsur çeşit araç, 800 ayrı insan figürü çizdim.

Her bir parçada İstanbul’un bütününü de fraktal bir parça gibi görebileceğiz. Simitçisi, hacı amcası, Ginger’ıyla dolaşan çocuk, bisikletiyle gezen genç kız… Büyük boy bir posterin önünde durup günlerce yeni keşiflerde bulunabilirsin.

Bir yerde 20 metreye 30 metre olarak basılsa minyatür bir tarihi yarımada gezisi yapılabilir. Maket İstanbul yapılabilir. Üç boyutlu olduğu için her şeye açık. Uzun vadede başka şehirleri de haritalayabileceğim bir çalışma ortamı inşa etmeye çabalıyorum. Ülke koşulları buna ne kadar izin verir bilemiyorum ama… Amaç bir harita ofisi kurmak ve sahip olduğumuz güzellikleri belgeleyebilmek.

https://www.facebook.com/100010848456938/videos/vb.100010848456938/549545568750387/?type=2&video_source=user_video_tab

FRACTAL İSTANBUL'UN BESLENDİĞİ ESTETİK DAMARLAR

Bir yandan bunun beslendiği damarları düşünüyorum. Bilmem katılır mısın? Kaynaklarından biri o titiz ayrıntıcılığıyla gerçekçi resim. Dürer geliyor hemen aklıma. Tavşanın tüylerini tek tek çizen bir gelenek. Daha sonra avangardlar gerçekliği birkaç çizgiyle, geometriye yaklaşan figürleriyle gösterecek. Diğer bir kaynağını konuşmuştuk: minyatür.

Naif ressam Gümrükçü vardır, yaprağı damarlarına varıncaya değin özenle tek tek çizer. Doğu kültüründe de böyle bir zanaatkarlık değer görmüştür hep. Ben işçiliği, bezemesi ağır işleri sevdim hep. Çizmek sonsuz bir arayış. Batı Rönesans’ta perspektif denilen büyüyü keşfetti. 300-400 yıl bu büyüyle sarhoş oldu. Sonrasında ressamlar perspektifi bir ayak bağı, kendilerini kısıtlayan bir faktör olarak gördüler. Bir prangadan kurtulur gibi söküp attılar resimlerinden. Doğu’nun arayışları zaten bambaşka. Biz tüm bu arayışların ortalarında bir yerlerde kendi arayışlarımızla boğuşmaktayız işte...

Senin çizgi tarihine baktığım zaman Gırgır’dan bu yana, dünya gerçekçi geleneğiyle sıkı bir göbek bağı gözlemliyorum. Çizgilerin her zaman daha realisttir. Karikatür çizerken bile öyle…

Evet. derdimi anlatırken güçlü bir çizgi üzerinden anlatmak hep önemli oldu benim için. O “güçlü” çizgiye hiçbir zaman ulaşamayacağımı biraz geç te olsa anladım gerçi ama… Böyle bir gelenekten geliyorum.

Oğuz Aral’ın seni Gırgır’a o yönünle aldığını biliyoruz. Gelecek vaat eden bir “genç çizer” olarak.

Ben ne yazık ki Gırgır’ın son dönemine yetişebildim: 1989. Keşke beş sene önce orada olabilseydim. Kadroya en son alınan çizer benim. Gırgır okulundaki 1-2 ayımdan sonra sonra Gırgır, Simaviler ile sorun yaşayıp isim değiştirmek zorunda kaldı. Avni çıktı vs. Tirajlar 500 binlerden düşüşe geçti. Avni’de bir buçuk iki sene çizdim. Dıgıl’a her hafta başlayıp biten çizgi öyküler çizdim. Çizgi dünyasında ustalaşma yolunda giderken trenden atlayıp kaçtım, daha muhalif bir çizgiye yelken açtım. Sosyalist basın ve toplumsal muhalefet için çizdim. Çizgi oburuyum biraz. Tek bir tarz üzerine yoğunlaşmadım. Komik de çizdim gravür tadında çizgi öyküler de. Gezite’de çıkan İnce Memet çiziminde olduğu gibi epik çizimler de. Uzun yıllar reklam sektörü için storyboard ve animatikler çizdim. Sonuç olarak hep çizdim. Çizginin etrafında bir yaşam inşa etmeye çalıştım.

Çizgini az çok takip etmiş birisi olarak, bunun kendi çizgi maceranda da görece yeni bir tarz olduğunu düşünüyorum. Biraz Simcity, biraz başka bir şey.

Haritada konuştuğumuz minyatür etkisi ne kadar varsa, bugünün oyun sektöründe kullanılan grafik anlayışların da o kadar yansıması var. Savaş, uygarlık oyunlarında da izometrik perspektif kullanılır örneğin. Karikatürcülükten gelen günlük hayata dair gözlemlerin aktarılması var.

Usta çırak ilişkisinde çırağın ustanın modellerini “taklit” etmesi vardı. Burada ise sanki resim kendi modellerini yaratıyor, ve farklı yerlerde farklı modeller takip ediliyor. Fraktallik resmin içinde de geçerli.

Çok önemli tarihi yapılar orijinallerine çok yakın çizildi. Sıradan binalarda, özel bir önemi olmayan yerlerde tekrara düşmekten korkmadım. (Resmin iki ayrı yerinden iki binaya bakıyoruz, aynı bina modülü kullanılmış ama farklı açılardan, anlamak zor sahiden.) Teknik ihtiyaçlardan dolayı bilgisayar yazılımlarını kullanmak zorundaydım. Burada plastik sanattan ziyade dijital sanatların etkisi var. Keşke zaman olsa da şu dünyayı bir de elle çizsem. Elin ve boyanın etkisi başka…

Yine de, fırçayla çizsen yine beğenilirdi ama bugün beğenenlerden farklı bir kesim beğenirdi. O dijital hava da Fraktal İstanbul’u beğenmemizi sağlayan faktörlerden biri olmuş. Asık suratlı harita kavramına çağın ruhu üfürülmüş. Pikselleri görebiliyoruz, şurada mesela vapurun dumanında geometrik şekli seçebiliyoruz.

90’lı yılların başında bilgisayarların işlem gücü kısıtlı olduğu için piksel piksel çizenler vardı, Zamanla pixelart olarak adlandırıldı. Şimdi Low-Poly denen bir kardeşi var pixelart’ın. Burada poligonlarla çalışıyoruz. Ve ben poliganların görülmesini seviyorum.

Olumlu anlamıyla postmodern: Farklı akım ve geleneklerden gelen güçlü yöntemlerin birlikte kullanılması. Hem Lowpoly’nin basitleştirici niteliği hem de gerçekçi geleneğin ayrıntının ayrıntısına giden emeği hem de haritacılığı. Borges, dünyanın en gerçek haritasının dünyanın bir başka kopyası olacağını söylemişti. Hiçbir temsil gerçek değil…

Evet Google Earth de o anlamda “gerçek” değil ki. Kıyıların uzunluğu hesaplanıyor, oysa kıyılarda haritada görülmeyen milyonlarca girdi çıktı var. Her dalgayla değişiyor. Gerçek hayat çok daha fraktal!

Sanatın meşhur temsil sorunu. Bir şeyin “tam” temsili o şeyin aynısı. Bir şeyleri dışarıda bırakmak gerekiyor.

Ben fotoğraf çekmek istemiyorum. İllüstrasyon yapıyorum. Batı resim tarihinde gerçekçilik bir aşamaya ulaştıktan sonra ressamlar dediler ki: “Bu ayrıntının sonu yok. Ben asla akan bir nehri hiçbir zaman birebir çizemeyeceğim. Öyleyse bundan vazgeçiyor ve kafamdaki nehri çiziyorum.” Ben de öyle yaptım.

Bu harita aynı zamanda “çok zamanlı” bir harita. Fraktal İstanbul’da yalnızca mekânsal değil zamansal bir aralık da var. 70’lerden başlayıp 2018’lere geliyor. Biri yazmıştı: “Orada o üstgeçit yok ki, kaldırıldı,” demişti. Biliyorum kaldırıldığını ama 10 sene önce vardı, ben onu görmeyi tercih ediyorum. 25 sene boyunca hayatın bir parçasıydı. 5-10 senedir yoksa ben onun yokluğunu değil 25 senelik varlığını varsayıyorum. Milyonlarca İstanbullu geçti üzerinden.

Yalnızca mekana değil zamana da yorum yapıyorsun yani. Oranları büyütüp küçültmeler mekana yapılan yorum, İstanbul’un farklı çağlarında var olmuş nesneleri birlikte görmemi, zaman yapılan yorum.

Burada ayrıntının bir sonu var tabii, ama gerçek hayatta yok. İnsanlara bu felsefi yönü de hatırlatıyorsun. Hayatta her zaman ötesi var, her zaman daha fazlasını yapabilirsin.

“Başımın üstünde yıldızlı gökler, içimde ahlak yasası…” İkisinin de sonu yok. Ne göklerin ne insanın kişiliğinin. Sanat bu iki sonsuzlukta nereden başlayıp nerede bitireceğine karar verme işi. Senin ilk kararın tarihi yarımadayı seçmek, ikinci kararın bazı mekânları alıp bazılarını dışarıda bırakmak olmuş.

Büyüklükle küçüklük arasındaki sonsuzlukta kendi iradenle bir kadraj almak. Hem zamana dair bir kadraj almak, hem coğrafyaya dair bir kadraj almak.

DÜNYADA HARİTACILIK GELENEĞİ

Fraktal İstanbul köklü bir harita literatürünün üstünde yükseliyor. Senin bu literatüre olan ilgini biliyoruz. Biraz da bu çalışmanın tarihsel kökleri üzerine konuşsak…

Bak, bu kitap beni çok etkiledi (1572-1617 tarihli Cities of the World). Kim bilir kaç seyyah bunu hazırlarken öldü geri dönmedi. Ona vakit ve para yatıran bir akıl var. Batı kültürünün kayıt alma, kayıt tutma geleneği çok köklü. Devletleştirme, sömürgeleştirme ve işgalle bağları da var tabii. Önce askerler harita yaparlar, çünkü haritalamadığın bir yeri sömürgeleştiremezsin. Kristof Kolomb İspanyol kraliçesi tarafından baharat ülkelerini bulup sömürgeleştirmesi için gönderildi. Piri Reis de Kitabı Bahriye’de “Kolomb adlı gâvurun haritaları”ndan bahseder. Cities of the World kitabının ilk baskısı 17. yüzyılda yapılıyor yapılıyor. İtalya’da bir yayınevi, 1500’lü yıllarda bu projeyi başlatıyor. Ulaşım araçları yok, matbaa da kullanılmamış, bunlar gravür haritalar. 250 şehri kendilerine hedef belirliyorlar. 1500’lü yılların İtalya’sında 250 kente seyyar gravürcü/haritacı gönderiyorsun. “Al sana üç kese altın, yolun açık olsun, Beyrut’a git.” Ne kadar sürede gidecek, ne kadar çizecek, ne zaman geri dönecek? Ölecek mi kalacak mı belli değil. Kapaktaki çizim New Mexico. Şu an Türkiye’de bir yayınevi, bırakın 40-50'yi, 3-4 seyyahı finanse edip uçak parasını alır yollar mı? Bu bir kültür meselesi. 45 yıl boyunca 250 şehirle ilgili çizimler geliyor. (Bu yüzden İstanbul’u hep batılı seyyahlar çizmiş. Bu adamlar ata, gemiye atlayıp görev aldıkları kente gidiyorlar. Ellerinde haritalamak için hiçbir araçları yok. Yüksek bir yer bazı şehirlerde var, bazılarında yok. Adım hesabıyla haritalandırıyorlar. Burası 200 adım, burası 300 adım. Sonra nasıl görünür diye hayal edip kuşbakışı çiziyorlar. Zamanla bu haritalar bir sanatsal nesneye dönüşmüş. Şimdi mutlak doğruluğa sahip haritalarımız var ama bu gravürler çok duygusal şeyler. Tam bir belgesel. Ön planda insanlar, arka planda şehir. Şehri çizmiş, ahaliyi çizmiş, giysilerini çizmiş, bir ressam titizliğiyle bezemiş. Sanat değil de nedir?

Bazıları da “anlatım haritaları” bunların. Seyyah çizer değilse, gidiyor kente, notlar alıyor, dönüp çizerlere anlatıyor: “Orada çok cami var, şurada şöyle bir şey var vs.” İstanbul’un çoğu haritası anlatım haritasıdır, bire bir görmeyen kişiler çizmiş. İstanbul’a da geliyorlar, merak ediyorlar çünkü, Oryantalizmin yeni yeni çıkmaya başladığı dönemler. Anlatımlara dayanılarak yanlışlıklarla da olsa gravürler yapılmış.

Bak. Tahta baskılar, taş baskılar, giderek daha net görüntüler. Tarihi yarımada başta incecik çizilirken genişliyor. Yavaş yavaş boğazın bütünü haritalanmaya başlanmış. Tarihi yarımada ve Haliç’e ek olarak kuzey taraf. Topkapı’nın ötesi bostan o zaman. Haritalar netleşmeye başlıyor. Buraya tersten kartal gagası diyorlar. Taşbaskı haritalar, demir baskılar geliyor, giderek bilimsel haritalar devreye giriyor. Sigortacılık haritaları var, 1920-30’larda yapılmış haritalar var, semtler Fransızca yazılışlarıyla yapılmış. Dünyaya nereden bakarsan bir süre sonra dünyanın merkezi gibi geliyor. Matematikten bakarsan matematik, şiirden bakarsan şiir. Harita olmasa dünya çöker gibi geliyor bana da!

Düşünce tarihinin en fraktal felsefesine sahip Hegel’in meşhur lafı: “Hakikat bütündedir.” Fraktallik de parçada bütünü görme, hatta parçada bütünü var etme meselesi değil mi? (Kalkıp Fraktal İstanbul’un çeşitli dönemlerde alınmış çıktılarının yan yana üst üste asıldığı duvrarın karşısına geçiyoruz: Kartal gagasının bütününü görüyoruz şimdi.)

Galata kulesi, Galata köprüsü, İstanbul’un en hareketli bölgesi o zaman. Finans merkezi… Maalesef bu sergiye yetişmedi ama hepsini çizeceğim. Bizde Medici’ler yok, yalnız devam ediyoruz yolumuza! Şu bölgeleri çizerek devam edeceğim. Bütün haritaya serpiştireceğim insan ve taşıt kütüphanesini bitirmiş durumdayım. Deniz taşıtlarında bazı eksikler var, tamamlanacak: Kuru yük gemileri, tankerler, Cruise gemileri vb. Su kemeri, Galata kulesi, ünlü banka binaları, Mimar Sinan Üniversitesi gibi göreceğim yerler var. Fatih’in fethettiği İstanbul bu. Topkapı civarını çizmek istemiyorum, bir bina yığınağı haline gelmiş. Yüzlerce binanın içinde kalmış birkaç tane tarihi eser var, o yüzden orayı görmeyeceğim.

(Şimdi duvardaki koca “Turgot Haritası”na bakıyoruz. Paris’in 1730’lardaki belediye başkanının hazırladığı çok ayrıntılı bir harita. Kuşbakışı ile izometrik arası bir bakış yönü seçilmiş, bütün kent kare kare bölünmüş, parsellenmiş.) Eiffel Kulesi yok!

Oralar hep dutlukmuş o zaman! Turgot, Gravür sanatçılarını çağırıyor: “Bana Paris’i öyle bir çizin ki,” diyor, “bundan sonra benden izinsiz bir pencereye çivi bile çakılmasın.” Harita bunun için yapılıyor. Artık planlı bir kentleşmeye geçiş kararını almış. Mimari bir bütünlük kenti belirlemeye başlamış. 2007’de Fransa’ya gittiğimizde aldım bu haritayı. Gördüğümde aşık oldum, orijinal gravürleri almaya kalktım, binlerce Avro. Neyse ki Nuray tuttu beni! 30 Avroluk posteri aldım geldim!

FRACTAL İSTANBUL DUVARLARA ASILMAYA BAŞLADI

İstanbul, Avrupa Birliği kültür başkenti seçildiğinde, önemli bir bütçesi vardı. Ben de bu projeyle katılmak istedim. Adını Dijital İstanbul koymuştum o zaman. Katılım belgelerimi aldılar ama 11 ay boyunca cevap bile alamadım. İstanbul 2010 Kültür Başkenti’nde yapılan yüzlerce projeden bir tanesini hatırlıyor musun şimdi? İstanbul kent kültürüne katkıda bulunacak, süreklilik gösterecek, yani yıllara yayılacak projeler isteniyordu. 11 ayın sonunda “bütçeniz yeterli gelmediği için projenizi kabul edemiyoruz” dediler, çünkü bütçe kalmamıştı. Hayal kırıklığına uğradım. O gün o proje yapılmış olsaydı bugün yaşıyordu ve çok daha ilerlemişti. Bu bir ekip işi çünkü. Biri tekstürlerini, biri modellerini yapacak vs. Üç beş kişi birlikte çalışmalı. Ama ben kafayı takmıştım, tek başıma devam ettim. Hiçbir şey olmazsa kendi duvarıma asarım diye devam ettim.

Şimdiden duvarlara asılmaya başladı bile! Sadece kendi evinde değil sosyal medya hesabında haritasını alıp duvara asmış birçok mutlu yüz görüyoruz.

Birisi bu haritaya bakıp “Ulan illüstratif haritada bile trafikten kurtulamıyoruz” yazmış sosyal medyada. Çok hoşuma gitti. Trafik, İstanbul’un bir parçası. İllüstratif haritaların vazgeçilmez unsurlarından biri de bir yere sevimli bir uçak, balonlar vb. Birisi “Abi balonu Kapadokya’dan mı getirdin?” diye sormuş.

Bak Ahırkapı Feneri, asıl boyutuna göre orantısı daha büyük. Bak şu da Orient Express, belki 2. vagonda Agatha Christie oturmuş, Şark Ekspresinde Cinayet’i yazıyor. Bak şu anda bir tren yolu yok, kaldırıldı. 20. yüzyıl başından beridir var bu, son 8 senedir yok. Görmek istedim. Her birinin farklı hikâyesi var. Çemberlitaş’ın biraz ötesinde basın müzesi var. Vakti zamanında sansür kurulu çalışırmış burada. Hemen yanında da hamam var, sansürlenen kitaplar bu hamamda yakılırmış. Böyle binlerce hikâye var…

Hikâyelerin yapısı da fraktal. Ucu bucağı yok… Çok teşekkürler Tarık Abi…