Rıza Zelyut’un “Osmanlı’da Oğlancılık” isimli kitabının poşet içinde satılmasına karar verilmiş. Gerekçe olarak, toplumsal yaşamın düzenli gitmesi için, sadece yasalara uymanın yeterli olmayacağı beyan edilmiş.
Hemen her gün, tarikat liderleri ve din adamlarınca güncellenen; erkekler için tahrik edici olan uzuv, eşya listesine bu hafta mekân başlığı da açıldı. Söylenecek yeni bir şey kalmadı sanırım; üzüntü, tiksinti, hayret barındıran tüm duygular aktarıldı. Konuyu hızla özetlemek istersek, anne dizi ve kolunun bile tahrik edici olabileceğini öğrendik. Kimileri için, ana kucağı, ana bağrı evlâtsız kalmış artık, besbelli.
İnsanın “inandığı gibi yaşayamayınca, yaşadığı gibi inanması” sorunsalını geçen hafta “daha derini olmayan bir çukur” olarak tanımlamıştım. Bir öznenin, öznel deneyiminin, emek verdiği öğretinin ilkeleriyle uyumsuz olması durumunda; öznel deneyimini, öğretiye ilkeymişçesine aktarması yaygındır. Bunun sıklıkla görüldüğü iki alan, düşünce ve inanç alanıdır. Bu ikilinin (felsefe-din) özsel bağı fark edilmediği sürece, öznel deneyim aktarımlarının norm olduğunun öne sürülmesi kaçınılmaz olur. Hızla, ilkeli düşünmenin ilkel düşünme biçimi aldığı görülür. Din ve cinsellik arasındaki yanlış anlamanın, beden aracılığı ile iktidar sağlamak için ucuz bir köprü olarak kullanılması da bununla ilgilidir.
Pederastinin, Osmanlı’daki varlığı ortadan kaldırılamayacaktır kuşkusuz. Halil İnalcık’ın “Has-bağçede ‘ayş u tarab” isimli kitabında, Mustafa ‘Âli’nin işret meclisleri anlatımında gılmânlara da yer verilmiştir. Gerçeği yok sayamayız. “Toplumsal yaşamın düzenli gitmesi” yasaklarla sağlanamaz.
Mitlerin Tanrılarından, Antik Mısır’a; oradan, Antik Yunan’a geçip günümüze dek sıralansa yazının sonunu, henüz başlamışken getirecek denli uzun bir listedir, oğlancılığın tarihi. Antik Yunan’ın, en güçlü şehir devleti Sparta’da, erkek çocuklar 7-20 yaşları arasında ailelerinden alınır ve çok sert şartlar altında yetiştirilirlerdi. Pederasti, eğitimlerinin bir parçasıydı. Platon’un eserlerinde genç erkekler ile ilişkinin, aşkın, olağan sayıldığı satırları okuyanlar bilirler. Roma İmparatorluğu döneminde de erkek çocukları ile cinsel ilişki normal sayılırdı. Asya halklarına bakarsak onların da geri kalır bir yanlarının olmadığını görürüz.
Tecavüzün, diğerinin bedeni üzerinden iktidarın sağlanmasının bir yöntemi olduğunu anladığımızda; kökenini, bir cinsel fonksiyon bozukluğunun “iktidarsızlık” olarak adlandırılmasında açığa vuran sorunun, endişe verici derinliği hissedebiliriz. Erkek olmanın tek yanlı, neredeyse hayvansal bir eylem olmaya dek indirgendiği karanlık kuyuyu. Bu konunun ayrıntılarına girerek, yazının asıl konusundan uzaklaşmayalım; asıl soruna işaret etmiş olmakla yetinelim. Pederastiyi konu edinen yazıların, hatta bilimsel makalelerin, şaşılacak bir esneklikle aynı makalede, erkek homoseksüelliğine değinmesi, bir diğer sorundur. Sorun tecavüz iken, iki tarafın rızasının olduğu bir cinsellik biçiminin de önümüze konulması “iktidar sorunu kıskacında erkek” probleminin, dışa vurumudur.
Pederasti bugün artık bir suçtur. İnsan doğası, yadsındığı yerin bağrına hançerle dönüyor. Papa’nın savaş açtığı, kilisenin kokuşmuşluğu konusunda, yürekli açıklamalar yaptığı bir sorundur oğlancılık. Bizde ise mümkün olduğunca hasır altı edilmeye çalışılır. Ülkemizde, son dönemlerde, basına yansıdığı kadarıyla, oğlancılığın tarikat-cinsellik bağlamında bir sorun olduğunu düşünmek haksız bir tutum olmaz. Durumun sorunsal aşamasına geçtiğini, yetkili ellerin eylemsiz, yetkili ağızların ise söylemsiz olmalarından anladık: işbirliği.
Cinsel dürtü kontrolü nefs eğitiminin ilk basamaklarından sayılır. Müslümanlıkta, diğer dinlerde yasak olan şeylerin serbest bırakıldığı gibi eksik bir anlatım vardır. Diğer din diye bir şey yoktur, din tektir. Yasalılığın temellendirildiği ilk aşama, şehvet ve şiddetin kontrol altına alınmasından ibarettir. Şehvet, fahiş seviyede yapılan, kısacası bağımlılık hali almış arzu ve istek ile ilgilidir: Seks, yemek yemek, mevki-makam hırsı, servet hırsı… Bu basamaklar layıkıyla geride bırakılırsa Hz. İsa kıssası ile anlatılan sevgi ortaya çıkar. Dünyevi olanla ilgisi kalmamış bir bilinç seviyesi. Ne para, ne cinsellik… Ancak, bu yolla kemale, dengeye gelen, müminlerdendir. Ben demiyorum, güzel Muhammed diyor. “Allah güzeldir, güzeli sever.” Önce dost olmayı becerebilmeli, habibi olabilmek için. Yine Hz. İbrahim kıssasına geldik. Bu konu, yanlış anlamaların zenginleştiği bir konudur. Mecaz ile hakikatin karıştırıldığı.
Maneviyat tarihinde, aynı ağacın köklerinden beslenen ama farklı dallara ayrılmış bir çeşitlilik vardır. Dalların çeşitliliği, yetkin bir bakışa, özün zenginliği olarak görülecektir. Örneğin, kundalini enerjisinin uyanması ortak bir süreç olsa da nasıl uyandırıldığı, sorunun merkezine oturur. Bu, kültürlere göre değişiklik gösteren anlatımların; nefslerin bulunduğu seviyeye bağlı olarak, giderek öznel yanılsamalar olarak yaşandığı ve yaşananın da gerçeklik olarak kabul edildiği sakıncalı konulardandır. Mecaz ile hâkikat karıştırılmaktadır. Bu kuyudan ne mecazı reddederek ne de suçu olağan görerek çıkabiliriz. Sıkça değindiğim soyutlama yetisinin gerekliliği, bu hususta da anahtar rol oynayacaktır. Eril ilke dişil ilkenin, yani arzi olan ile yersel olanın birleşmesinin; kendinden kendine bir süreç olduğu, hermafroditizm, partenogenez gibi olgularla da anlatılmıştır. Nefs eğitimi tamamlanmamış, anlayış bakımından tekâmül etmemiş bilinçlerin, mecazı hakikat zannedip, uygulamasıdır tarikatlarda yaşanan. Pedofilik eğilimlere, mübah kılıfı giydiren yanlış anlama da budur. Bu yanlış anlamaların üstesinden gelmek için, din ile anlatılanın gerçekte ne olduğunu anlamalıyız. Nasıl yapacağız? Bir yanda, nakıs anlayışına din kisvesi giydirip, cinsellik ile ilgili eylem ve söylemleri ile bizi bezdiren bunaltan bir taraf; diğer yanda ise, dinin gereksiz olduğuna şimdiden, kendiliğinden, bilgisi olmadığı halde inanan diplomalı bir cahil ordusuyla mı?
Olur a! Modern taifenin, cehl-i basit Türkçe lâkırtısıdır diye dudak bükenlere, İbnu’l Arabî’den sirâyet eden bir zevki, şahsi kanaatimle harmanlayıp Osmanlıca* izah edeyim:
Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin, eltaf-ı eltaf-ı latîf olduğu zâtı baht mertebesinden tekâsüf buyurarak hâriçte (mertebe-i şehâdet) zuhûru ile neticelenen merâtib hakikat ehline ayandır. İlâhiyetin me'lûh olmayınca zâhir olmadığı, Âdem’in kemâlât âleminin miftâhı olduğu gibi hususlar elbette nazar-ı fikrî tarîkı ile bilinemez. İmdi Ulvîyyetin dahî hakîkî ve izafî kısımlara ayrıldığı hatırlanacak olursa, gayr-î kâmiller indinde Hakkın ma'rifet ile bilinmesi mümkün değildir. Hz. İbrâhîm fassında beyân olunan hikmet-i müheyyemiyye (halîl, tahallül, mütehallil, tahlîl, duhûl, hulûl gibi elfâzın yekdiğerine temas eden manâları ve Hz. İbrâhîm’in sûretinin vücûduna Hakk'ın dühûlü ve sereyânı neticesinde Hz. İbrâhîm'in hakk ile ittisâfı hususu), âlem-i misâl mertebesinde vuku' bulur; âlem-i ecsâmdaki sâlik, berk-i hâtif'e hazır edilir. Hâsıl olan bu olayın âlem-i ecsâm mertebesinde, ancak kendi nefsini idrâk edebilen ve hakayık-ı eşyâya ıttılâ'ı mümkin olmayan akıl nezdinde idrâki söz konusu değildir. Keşf-i ilâhî ile asıl manasına kavuşacak bu husus yanlış anlaşılmaktan mütevellid istismara uğramıştır. Bu hususda mertebelerin karıştırılması, niyet-i has eşhasdan dâhi, sakıncalı izahatlerin sadır olmasına neden olmuştur. Zira hak'ta müstehlek ve mahv olan ve Allah ism-i câmi'inin mazharı ile müşerref olmuş İnsan-ı Kâmillerin bile bu konuda zemm edildikleri vâki' olmuştur.
Yegâne virdi tez bir vuslat olan dostlara selâm ile…
———————————————————————————
* Osmanlıca bana aittir, becerebildiğim kadarıyla. Hatalarımı bildiren olursa sevinirim.