Tarım Devrimi: Bir zorunluluk muydu yoksa seçim mi?
Tarım, Üst Paleolitik Dönem'den itibaren çok değişkenli ancak çizgisel olmayan süreçlerin sonunda, bazı toplumların çevrelerindeki canlılarla yeni tarzda bir ilişki kurma girişiminin taşmasıdır.
Çiler Çilingiroğlu*
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sadece enerji alanında değil tahıl tedariki alanında da büyük bir risk yarattı. Ukrayna’da üretilen buğdaya bağımlı hale gelmiş ve bu bağımlılığın taşıdığı risklere karşı hiçbir B planı olmayan birçok ülke bu ani savaşın etkilerine maruz kaldılar. Buğdayın anavatanı ve ilk ıslah edildiği coğrafya olan Türkiye de bu ülkelerden biriydi. Tahıl koridoru açılması için yapılan diplomatik müdahalelerle Avrasya steplerinin tonlarca buğdayı yeniden gemilerle Güney’e taşınmaya başlandı.
Bu krizin tetiklediği buğday kıtlığı ve olası açlık senaryoları bizi insanlığın en temel besin kaynaklarından birinin tarihini yeniden düşünmeye teşvik etti. Arkeologlar için bu en önce Neolitik dönemi düşünmek anlamına geliyor, yani insanların avcı-toplayıcılığı bırakıp yiyecek üretimciliğine geçtiği, diğer bir deyişle, tarım ve hayvancılığa başladığı dönemi.
Bu yazıda benim sormak istediğim soru şu: Tarım tarihsel bir zorunluluk olarak mı ortaya çıktı? Yoksa biricik ve olumsal süreçlerin akışı içinde insanın kültürel tercihlerinin bir sonucu muydu?
Böylesi büyük bir soruyu bu kadar kısa bir yazıda yanıtlamak kolay değil, kabul ediyorum; ancak benim önerim sizinle arkeolojik düşünce tarihi içinde kısa bir gezintiyle bu tartışmayı serimlemeye çalışmak olacak.
TARIM DEVRİMİ’NE İLİŞKİN İLK ÖNERİLER
Daha henüz arkeoloji diye bir bilim dalı ortaya çıkmamışken tarihçiler tarımın ortaya çıkışı üzerine kafa yormuştur. Önce Antik Yunan’da insanların gelişim aşamaları incelenmiştir. Daha sonra İncil’de Adem’in Yakındoğu’da tarım yaptığı, önce tunçtan sonra da demirden aletler kullandığı söylenmiş, insanlığın çeşitli teknolojik gelişmelerden geçerek bugüne geldiği konusunda genel bir resim çizilmişti.
Ancak adına “insanlık tarihi” denilen bütüncül bir anlatının gelişmesi için Aydınlanma Devrimi’nin yaşanması gerekiyordu. Aydınlanma Çağı’nın önemli düşünürlerinden Turgot ve Condercet tarımın ortaya çıkışını Avrupa-merkezci, ilerlemeci ve çizgisel tarihsel kavrayışıyla ele almışlar; onu insanlığın medeniyete doğru ilerleyen süreçler içinde geçirdiği zorunlu aşamalardan biri olarak tespit etmişlerdir. 1750 tarihli 'İnsan Zihninin Gelişmeleri Üzerine' yapıtında Turgot tarımı, çobanlık ve göçebelik aşamasından sonra gelen zorunlu bir ilerleme olarak kaydeder. 1794 tarihli “İnsan Zekasının İlerlemeleri Üzerine Tarihi Bir Tablo Taslağı” metninde Condercet benzer olarak avcılık-balıkçılık ve göçebelik aşamasının sonrasına yerleştirir “çiftçi milletler”i.
19. yüzyıla geldiğimizde, evrensel tarih anlayışını en çok etkileyen Lewis Henry Morgan’ın ‘Ancient Society’ kitabı olur. Kitabında Morgan tarımın başlangıcını barbarlık aşamasının ilk evresine yerleştirmeyi uygun bulmuş. Ondan ziyadesiyle etkilenerek ‘Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’ kitabını yazan Friedrich Engels de Avrupa-merkezci, ilerlemeci ve çizgisel anlatıya son şekillerini vererek bilim ve düşün dünyasında tarımın evrensel tarihin zorunlu bir aşaması olduğu fikrini iyice yerleştirmiştir. Buraya kadar saydığımız herkes tarımın ortaya çıkışı sorusuna arkeolojik veriler olmaksızın yanıtlar vermiştir.
TARIMA İLİŞKİN BELİRLENİMCİ KURAMLAR
20. yüzyıldan itibaren ise arkeolojik veriler de kuramsal düşünüşte yerini alır. 20. yüzyılın son çeyreğine kadar olan tarım devrimine ilişkin kuramları "belirlenimci kuramlar" genel başlığı altında ele almak mümkün. Bu teoriler kendilerine ekoloji, ekonomi veya nüfus baskısı gibi göstergeleri temel alıyor ve tarihsel süreçleri bu belirlenimler içinden açıklıyorlardı.
Ne var ki, ilk başlarda sadece arkeoloji değil paleoekoloji verileri de henüz yeterli değildi bu konuya doyurucu cevaplar sağlamak için. Bunun en güzel örneği Pumpelly’nin “vaha kuramı” önerisidir. Buzul Çağı sonunda gelişen büyük bir kuraklığın tüm canlıları sulak alanlara sıkışmaya zorladığı ve bunun sonucunda yoğunlaşan türler arası etkileşimin yiyecek üretimciliğine yol açtığı yönündeki önerisi bugünkü paleoiklim bilgilerimizle taban tabana çelişmektedir. Bugün biliyoruz ki, asıl kurak dönem Buzul Çağı’ydı. Holosen’le birlikte iklim bol yağışlı ve ılıman hale gelmiş, bu ani değişimle de dünya yüzünde bitki ve hayvan toplulukları hiç olmadığı kadar çoğalmış, serpilmiş ve yayılmıştı.
Pumpelly gibi, Childe da tarıma ilişkin önerilerini şekillendirirken doğal olarak kendi zamanının paleoiklim verilerini temel almış, Holosen’in kurak olduğu yönündeki yanlış kanıyı yenilemiştir. Ayrıca Nil Vadisi’ni tarımın kökeni olarak önererek başka bir hataya daha imza atmış olduğunu görüyoruz. Hâlbuki ta 1884’de tarımın ortaya çıkışını dört farklı disiplinin bilgileriyle sentezleyen Alphonse de Candolle buğdayın ilk olarak Fırat Havzası’nda ıslah edildiği önerisini geliştirmişti bile. Yine daha 1927’de H. Peake ve H. J. Fleure yabani buğdayın coğrafi dağılımına dayanarak Güneydoğu Anadolu’yu buğdayın evcilleştirildiği bölge olarak tespit etmişlerdi.
Pumpelly’den farklı olarak ise, Childe tarıma geçişi ekolojik belirlenimle açıklamaktan kaçınmış, onun yerine kendi teorik çerçevesine uygun olarak üretim tarzındaki değişimi bu süreç için başat etken olarak belirlemiştir. Marksist materyalist felsefenin tınısını kendinde barındıran yaklaşımıyla Childe, ekonomik belirlenimi Neolitik Dönem araştırmalarının temel sorusu ve sorunu haline getirdi. 1952 tarihli kitabındaki ünlü pasajında şöyle diyordu Childe:
Gıda üretimi -gıda bitkilerinin, özellikle de tahılların bilinçli olarak yetiştirilmesi ve hayvanların evcilleştirilmesi, ıslah edilmesi ve seçilmesi ekonomik bir devrimdi, ateşin kontrolünden sonra insanlık tarihindeki en büyük devrim. Bu devrim insanlığın kendi çabalarıyla elde ettiği daha zengin ve daha güvenilir bir gıda kaynağının önünü açtı.
Gelelim 20. yüzyılın ikinci yarısına. Leslie White, Neolitik için nüfus baskısının önemine daha 1959’da değinen ilk araştırmacılardan biridir. Sonrasında Cohen’in 1977 tarihli ‘Food Crisis in Prehistory’ kitabı gelir. Cohen’in anlattığı üzere, insanlık tarihinin yüzde 99’u avcı-toplayıcı olarak geçmiştir ve bu esasen insanın geliştirdiği en başarılı adaptasyondur. O nedenle tarım ancak ve ancak bir itici neden sonucunda ortaya çıkmış olmalıdır. Cohen’e göre, Holosen Dönemin başlangıcıyla birlikte ortaya çıkan yerleşik yaşam insan nüfusunun aniden ve hızla çoğalmasına yol açmıştı. Göçebe yaşam biçiminde sadece tek çocuk sahibi olan aileler, şimdi kısa aralıklarla çok daha fazla çocuğa sahip olabiliyordu. Birden artan nüfusla baş edebilmek için insanlık tarım ve hayvancılığı geliştirmiş, öngörülebilen hasat zamanları ona güven vermiş, yiyeceğini depolayarak ve uzun süre saklayarak besin ihtiyacını gidermiştir.
Bu ekonomik belirlenimli modellerin Neolitik araştırmalarını 20. yüzyılın sonlarına kadar etkisi altına aldığını belirtmek mümkün. Neolitik çalışmaları, geleneksel olarak, flora, fauna, iklim, tarım teknikleri ve evcilleştirme eksenli bilimsel ürünler vermeyi sürdürmüş; sosyal, kültürel ve ideolojik etmenler uzun zaman görmezden gelinmiştir. Sözgelimi, Jarmo ve Çayönü’nde kazılar yürüten Robert ve Linda Braidwood Toros-Zagros yayını çevreleyen bol yağışlı dağ eteklerinde ilk tarımın ortaya çıkabileceği önerisini arazide test eden ilk araştırmacılardandır. "Bereketli Hilal’in dağlık yamaçları" olarak adlandırdıkları bu ekolojik nişin Batı Asya’daki tarımın çekirdek bölgesini oluşturduğunu isabetli bir biçimde öne sürmüşlerdir. Ayrıca zooarkeoloji ve arkeobotani gibi disiplinleri araştırmanın olmazsa olmaz bileşenleri haline getirerek geçim ekonomisine ve evcilleşmeye odaklanan Neolitik metodolojisini kurmuşlardır.
Bugün baktığımızda, Neolitik yaşam biçiminin ortaya çıkışında ne ekolojik ne ekonomik ne de nüfus baskısı belirlenimli kuramlara ilişkin destekleyici somut veriler buluyoruz. İklim değişikliği tek başına tarıma geçişi açıklamak için yetersiz. Üretim biçiminin ve araçlarının değişimi Holosen başındaki insan toplumlarını anlamak için çok mekanik, hatta sığ bir bakış açısı sunuyor. Nüfus baskısı Batı Asya’da tarih boyunca hiçbir zaman büyük dönüşümleri tetiklemiyor: coğrafya çok geniş, insan sayısı az. Bugünkü bakış açımız 20. yüzyılın sonlarından itibaren bambaşka tarihsel düşünüşlere doğru evrildi.
EKOLOJİ-İNSAN ETKİLEŞİMİ OLARAK TARIMA GEÇİŞ
Ana akım Neolitik araştırmaları geçim modeline odaklanmaya devam etsin, 1960’lardan itibaren çizgisel ve ilerlemeci tarih felsefeleri arkeoloji ve antropoloji içinden tam olarak eleştiriye açılmıştı. Diğer yandan, ekolojik belirlenim bazı araştırmacılar tarafından sorgulanmaya başlanmış ve insanın faillik kapasitesinin çok fazla geri planda bırakıldığı vurgulanmıştır. Bu noktada önemli figürlerden biri kuşkusuz “kültürel ekoloji” anlayışına “ekolojik olanakçılık” diye yeni bir soluk getiren Marshall Sahlins’tir. İnsanın pasif, doğal çevresinin aktif olarak sunulduğu bir teorik yaklaşımın karşısında insanın aktif, çevrenin pasif olduğu yeni bir bakış açısı getirmiştir. 1964 tarihli ‘Culture and Environment’ kitabı ekoloji-insan arasındaki diyaloğun önemine vurgu yapan önemli bir çalışma olarak duruyor.
Kültürel ekolojinin Neolitik araştırmaları bağlamındaki önemli bir kahramanı Kent Flannery’e geldi sıra. Burada Flannery’nin, botanikbilimci Hans Helbaek’in çalışmalarından etkilenerek geliştirdiği Neolitik kuramını hakkını vererek anlatmaya yerimiz yok. Yine de şöyle özetlemeye çalışayım: Flannery, insanın tahılları toplarken bilinçli bir şekilde omurgaları (rakisleri) kırılgan olan bitkileri değil de tam tersine sert olup kendiliğinden kırılıp etrafa tohumunu saçmayanları seçtiğini belirtir. Evrimsel süreçte dezavantajlı konumda olan sert omurgalı bitkiler, insanların müdahalesi sonucunda avantajlı hale gelmiş, insan-bitki arasında ortaya çıkan bu yeni ilişki biçimi tarımın ortaya çıkışını hazırlamıştı. Artık tahılların gen havuzunda sert omurgalı mutantlar sayıca artmıştı. Her hasat dönemi, insan eliyle yaratılan bu müdahaleyi güçlendiriyordu. İnsanlar ayrıca aynı süreçler içinde tahılları kavuz ve kapsüllerinden ayırmaya yarayan teknolojileri de geliştirmiş, ezgi ve öğütme taşlarıyla tohumları işlemiş, böylece hasat edilen bitkiler besin olarak tüketilebilmiştir. Flannery bu öngörüleri sonucunda Yukarı Mezopotamya’nın meşe-fıstık yayını tarımın ilk geliştiği ekolojik ortam olarak ortaya atmış ve bunda da yanılmamıştır.
NEOLİTİK ARAŞTIRMALARINDA İNSANIN KEŞFİ
Görüldüğü gibi, tarımın ortaya çıkışında Flannery’e kadar insanın bu sürece katkısı neredeyse tamamen ikinci plana atılmıştır. İklim, nüfus, ekoloji, dağlar, meşeler, fıstıklar, buğdaylar, mercimekler konuşulurken, insan kendi dışındaki her türlü etmenin etkisinde mekanik ve rasyonel hareket eden bir çeşit siborg gibi hayal edilmeye devam ediyordu. İnsanın failliği bu devrimsel sürecin tam olarak neresinde kalıyordu? Bu soruyu sorabilmek için insanı ve kültürü yeniden arkeolojinin teorik dünyasına taşımak gerekliydi. Post-süreçsel arkeoloji tam olarak bunu başardı diyebiliriz. Toplumları, ekolojik veya termodinamik sistemler olarak tasavvur eden Yeni Arkeoloji, 1970’lerin sonundan itibaren kendi sorduğu sorulara cevap veremez olmuş, koymak istediği evrensel yasalara ulaşamamıştı. Post-modern düşüncenin Aydınlanma düşünüşünün karşısındaki tavrıyla birlikte de arkeoloji daha önce hiç olmadığı kadar zengin ve renkli bir çoğulculuğa kavuştu. Tüm iyi bilindiği sanılan tarihsel süreçler sil baştan sorgulanmaya başlandı.
Bu teorik gelişim Neolitik araştırmalarını doğrudan etkiledi. Neolitik Devrimin ortaya çıkışı ilk defa olarak Avrupa-merkezci, teleolojik ve çizgisel olmayan bir görüyle tartışmaya açıldı. Ayrıca disiplinin geleneksel yapısındaki erkek-merkezli ve erkek-merkezci bakış açısının sorgulanmaya başlaması Neolitik Devrim’de, özellikle bitki bilgisinin derinliği nedeniyle kadınların tarımın ortaya çıkışındaki büyük payının teslim edilmesine yol açtı. Son olarak, insanlık tarihindeki önemli dönüm noktalarında ideolojinin, yani kültürlerin kozmolojik kavrayışlarının onların doğayla kurdukları ilişkilerdeki rolü ilk defa olarak ciddiyetle ele alındı.
Bu yeni teorik açılımlar içinde üç önemli figürden bahsetmek istiyorum: Barbara Bender, Brian Hayden ve Jacques Cauvin.
ANA FAİLLER EKOLOJİ DEĞİL TOPLUMSAL YAPILAR
Bender’in ‘Gatherer-Hunter to Farmer: A Social Perspective’ başlıklı 1978 tarihli makalesi bu konuda en sevdiğim yazılardan. Bender sadece erkeği önceleyen “avcı-toplayıcı” terimini “toplayıcı-avcı” yapmakla kalmıyor, aynı zamanda tarıma geçişi toplumsal dinamikleriyle bir arada incelemeye alıyor. Bunu yaparken ekoloji, iklim ve nüfus gibi dışsal etmenleri değil, içsel toplumsal dinamikleri önceliyor. Antropolojik ve etnografik kayıtların bize net olarak gösterdiği bir şey vardır ki, o da tarihsel süreçlerdeki ana faillerin ekoloji değil toplumsal yapılar olduğudur. O halde, arkeologların eğilmesi gereken nokta toplumların yapılarıdır.
Bender’in sosyal perspektifini geliştirirken başvurduğu kaynaklar, yaklaşımının teorik çerçevesini bize anlatmaya yetiyor. Marshall Sahlins’in “hane üretim modeli” veya “domestic mode of production” görüşü bunların başında geliyor. Bu modelde amaç zenginliği biriktirmek değil, kendini yeniden üretebilmektir. Dolayısıyla Neolitik hane böyle bir açıdan ele alınmalıdır.
Fransız post-Marksist antropologları da Bender’in faydalandığı diğer kaynaklar arasında. C. Meillassoux ve M. Godelier’in devlet öncesi geleneksel toplumların işleyişine ilişkin geliştirdikleri ve Marksist teorinin bu alandaki eksik ve gediklerini kapatmaya giriştikleri proje, Bender’in sosyal bakış açısını kurmasında önemli bir yer tutuyor. Takas, dayanışma ağları, eş bulma pratikleri, yeniden üretimin denetimi, mobilite, sosyal eşitlik ve statü gibi konular Neolitik araştırma dünyasına adımlarını atıyor. Bender makalesini şu güçlü sözlerle bitirmiş: “Nihayetinde toplumu ifade eden ve evrimsel modeli belirleyen sosyal ilişkilerdir.”
Brian Hayden, Bender’in sosyal içerikli kuramına “rekabetçi şölen” kavramını eklemleyerek tarımın ortaya çıkışında içsel sosyal nedenlerin etkisini daha da perçinledi diyebiliriz. Bender gibi, Hayden da sosyal yapıdaki değişim ve dönüşümlerin yiyecek üretimciliğini ortaya çıkaran temel etmen olduğunu savunuyor; ancak, Bender’den farklı olarak Hayden eşitlikçi ve dayanışmacı pratiklerden ziyade, toplum içindeki kimi bireylerin statü kazanmak için gösterişli törenlerle varsıllıklarını kamusal ortamda paylaştıkları şölen etkinliklerine odaklanıyor. Hayden’a göre, bu türde rekabetçi bireylerin toplumsal arenada hareket etme özgürlüğü dünyadaki ender sayıda yerde ortaya çıkıp serpilme şansı buluyor. Bu toplumlar da eşitlikçi hiyerarşik örgütlenmeden çıkarak “transegaliter” toplumlar olma yolunda gelişiyorlar.
TARIM BİR ZORUNLULUK DEĞİL
Tarım, bu anlamda insanların daha güvenli besine erişme çabasını değil, kafa yapıcı içeceklerin statü sembolü olarak belirdiği coğrafyalardaki olumsal bir tarihsel gelişimi ifade ediyor. Tarım, rekabetçi bireylerin statü uğruna yoğunlaşan ritüellerinin beklenmeyen bir sonucu. Batı Asya’da bira, Doğu Asya’da pirinç rakısı (sake), Orta Amerika’da ise çikolata gibi fermente içecekler bu dönüşümde katalizör görevi üstlenen ürünler. Bu bakış açısına göre, tarım bir zorunluluk değil. O daha çok bir aykırılık, bilmeden ve istemeden “keşfedilen” bir teknoloji, hatta bilinçsiz bir devrim olarak beliriyor.
Son olarak Jacques Cauvin’e gelelim. Fransız arkeolog Cauvin ‘The Birth of the Gods and the Origins of Agriculture’ adlı kitabını 1994 yılında kaleme alıyor. Kitap 2000 yılında İngilizce yayımlanıyor. Cauvin, tüm determinist kuramları ret ederken, insanın toplumsallığındaki ideolojik dönüşümün tarihsel süreçleri yönlendirmedeki rolünü ön plana çıkarıyor. Ona göre devrimsel olan ekonomik değişim değil; sembollerin dönüşümüdür. Annales Okulu’nun mentalite tarihçiliği kolundan etkilenen Cauvin için Neolitik Devrim’i mümkün kılan insan formunda doğaüstü, aşkın varlıkların yaratılmasıdır. Neolitik öncesinde hayvan sembolizminin ağır bastığını belirten Cauvin, Neolitik dönemle birlikte tanrı ve tanrıçaların icat edildiğini bildirir. “Psiko-kültürel yaklaşım” olarak adlandırılan bu görüş, ideolojik dönüşümlerin toplumsal olanı kurma yönündeki gücünü göstererek, önce fikir, sonra eylem olarak tanımlayabileceğimiz idealist felsefeye göz kırpmaktadır. Ayrıca ideolojinin tarihsel süreçlerdeki önemini vurgulayan Frankfurt Okulu da burada aklımıza gelir ister istemez.
Cauvin, Neolitik kozmolojiyi, birbiriyle karşıtlık içindeki eril ve dişil sembollerin içerildiği yeni bir din olarak tarif eder. Eril semboller özellikle fallik imgeler ve boğa ile temsil edilirken; dişil simgeler şişman, doğum yapmış kadın figüriyle özdeşleşir. Üretimi ve yeniden üretimi simgeleyen bu ikili sistemde güç, kudret, bereket, doğurganlık gibi toplumların dayandığı biyolojik ve ekonomik sisteme ilişkin tahayyüllerin bilinçdışında işgal ettiği önemli yer vurgulanır. Elbette Cauvin’in teorisi tartışmaya ve eleştiriye fazlasıyla açık. Hatta bugünkü bilgilerimizle bu hipotezin yer yer arkeolojik veriyle çeliştiğini de rahatlıkla görebiliyoruz. Ancak bu başka bir yazının konusu olsun.
OLUMSAL BİR TAŞMA OLARAK NEOLİTİK
Sonuç olarak, Neolitik Devrimi dışsal etkenlerle açıklamaya meyilli güçlü bir modernist gelenek içinden sıyrılmayı başardıkları için sosyal ve ideolojik kuramları bugün daha fazla önemsiyoruz. Bu teoriler bize insanın failliğinin tarihsel süreçlerdeki başat önemini hatırlatmıştır. İnsan-dışı veya insan-üstü failleri görünür kılan ve tarihte onların edindiği rolleri vurgulayan modernite-öncesi ve modernite gelenekleri, Marksizm ve post-modernizmden sonra artık yüzünü insana ve insanın toplumsal, bilişsel, psikolojik ve ideolojik dünyasına çevirmek zorunda kalmıştır.
Bu bağlamda, tarım dışsal etmenlerin insana dayattığı ve evrensel tarihin olmazsa olmaz bir gelişim “aşaması” değil; oldukça özelleşmiş ve çatallaşmış tarihsel süreçlerin olumsal bir uğrağıdır. Sürecin kendisi toplumsal arenada statü biriktirmek isteyen rekabetçi bireylerin yapıp etmeleri olarak başlamış olabilir veya dayanışmacı ittifaklar kurarak geniş bir ağ içinde yaşamlarını sürdüren, yerleşikliği seçen toplumların doğal çevreyle girdikleri yeni ilişkilerin bir sonucu olabilir. Kozmolojik kavrayışı dönüşüme uğrayan Holosen Dönemin yerleşik insanının yeni semboller ve inançlar yaratma çabasının içine gömülü bir yan sonuç bile olabilir tarım. Bu önerilerden hangisi geçerli olursa olsun tarımın tarihin zorunlu bir gidişatı olmadığı gün geçtikçe belirginleşiyor.
BUĞDAYIN TARİHİ YAZILMAYA DEVAM EDİYOR
Tarihin yüzde 99’u toplayıcı-avcılıkla ve tarımdan sonraki zamanın büyük bir bölümü de yine toplayıcı-avcılıktan vazgeçmeyen toplumlar tarafından oluşturulmuş. Eski toplumlar “doğal olarak” veya “kaçınılmaz olarak” tarıma geçmezler. Bir toplum ancak ve ancak bilinçli tercihler sonucunda tarımcı olmayı benimsemiştir. Tarımcı toplumlarla ilişki içinde olup hiçbir zaman tarıma geçmeyen toplayıcı-avcıları anımsayalım.
O halde, benim başta sorduğum soruya verdiğim cevap şudur: Tarım, tarihin zorunlu bir yönelimi değildir; Üst Paleolitik Dönem’den itibaren özelleşmiş, çok değişkenli ama çizgisel ya da ereksel olmayan süreçlerin sonunda belli coğrafyalardaki toplumların bilinçli bir şekilde çevrelerindeki bitki ve hayvanlarla yeni tarzda bir ilişki kurma girişimidir. Bu insanlar, ne var ki, kendi eylemlerinin uzun vadeli sonuçlarını elbette hiç ama hiç tahayyül etmemiştir. Kafa yapıcı fermente içeceklere olan Neolitik ilgi bugün tarıma tümüyle bağımlı ulus devletlerin küresel bir açlık ve kıtlık krizine gelmesinde bir kelebek etkisi yarattı dersek yanılmış olmayız sanırım. Buğdayın tarihi bitmedi, devam ediyor.
* Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Protohistorya ve Ön Asya Arkeolojisi