Tarım Kredi Kooperatifleri derdimize derman olur mu?

Herhangi bir sorunu çözebilmek için önce doğru teşhis etmek gerekir. Ekonomik kriz ve hiperenflasyon ortamında bu tür sadaka tipi çareler bir işe yaramaz. Enflasyon talimatla düşmez. Hükümetin bir an önce krizle ve bu krizin hızlı bir çözümü olmadığı gerçeğiyle yüzleşmesi gerek.

Aslıhan Aykaç aslihanaykac@gmail.com

Tarım Kredi Kooperatifleri geçtiğimiz hafta 15 Ağustos 2022 tarihinden itibaren TKK marketlerinde otuzdan fazla temel tüketim ürününü indirimli fiyatlarla satışa sunacağını açıkladı. “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatı ile enflasyonla mücadele kapsamında” başlatılan indirim kampanyası, temel gıda maddeleri, et ve süt ürünleri ve temizlik malzemeleri gibi temel ihtiyaç ürünlerini ülke genelinde 1400 noktada satışa sunuyor. Kendi internet sitesinde bu haberi “indirim müjdesi” olarak paylaşsa da bu müjdenin tüketiciler nezdinde ne denli heyecan yarattığı tartışılır. Benzer bir uygulama 2019 yılında yükselen gıda fiyatlarına karşı tanzim satış marketlerinin kurulmasıyla hayata geçirilmiş, ancak bu kısa süreli uygulama da ekonominin kötü gidişini durduramamış ve sığ bir siyasi manevra olmanın ötesine gidememişti. Büyük şehirlerde çeşitli meydanlarda, ilçelerde ve hatta üniversite kampüslerinde kurulan tanzim satış noktaları hükümetin gıda fiyatlarına “ayar çekme” çabasından çok bir göz boyama, siyasi propaganda aracı olarak kullanıldı. Bugün TKK marketlerinin girişimi de bundan farklı değil.

Tüketiciler açısından baktığımızda 1400 satış noktası, her biri on bin civarında şubeye sahip A101, Bim ve Şok marketlere kıyasla çok az ve ulaşılması zor. Ayrıca 1400 satış noktasının stok kapasitesinin de görece sınırlı olacağını düşündüğümüzde aslında piyasada fiyatları dengeleyici ya da düşürücü bir etki edeceği söylenemez. İkinci bir sorun ise yalnızca otuz kırk çeşit ürünün indirimli satışı söz konusu olduğuna göre, bu otuz kalemin hane bütçesindeki dengeleyici etkisi sınırlı olacaktır. Tıpkı Et ve Süt Kurumu haberlerinde olduğu gibi indirimli ürünlere erişim toplumun ancak çok küçük bir kesimine ve çok kısa bir süre için ulaşılabilir olacak. Üçüncü bir mesele de Cumhurbaşkanı’nın cumartesi günü Çorum’da dile getirdiği zincir marketlerin de kendini buna göre ayarlayacağı beklentisi maalesef gerçekdışı, zincir marketler gerek stok açısından, gerek tedarik zincirlerindeki esneklik açısından TKK marketlerinden çok daha fazla rekabet gücüne sahipler, şube sayısı açısından da açık ara öndeler. Bu tür temelsiz söylemler piyasayla ilgili en temel varsayımlarla dahi uyuşmuyor.

Üretici açısından baktığımızda ise TKK zaten kendi içinde birçok örgütsel çelişki ve sorun barındırıyor. TKK’nın bir holding haline gelmesi ve aşırı finansallaşma kooperatiflerin, ortakların ve çiftçilerin bu büyük sermaye yapısı içinde marjinalleşmesine neden oluyor. Yürütülen faaliyetler tarım ve çiftçiyi değil, sermaye ve holding bünyesindeki şirketleri odak alıyor, böyle olunca tarımsal faaliyetler merkezi önemini ve kamusal işlevini kaybediyor, ortaya şu anda içinde bulunduğumuz gıda güvenliği sorunu çıkıyor. TKK, bugün bir çiftçi birliğinden çok bir piyasa aktörü olarak hareket ediyor. Bunun en önemli göstergelerinden biri TKK’nın sözleşmeli tarım faaliyetleri yürütmesi. Sözleşmeli tarım üretim sürecinin önceden planlanması, maliyetlerin hesaplanması, kaynak verimliliği ve çiftçilerin pazar kaygısını azaltması açısından olumlu gibi gösterilse de üretim sürecine dair tüm inisiyatifi, denetimi ve karar alma süreçlerini alıcıya bırakır ve çiftçiyi üretim sürecinde marjinalleştirir. Bu tür uygulamalarda çiftçinin kendi toprağı ve üretim süreci üzerinde söz hakkı yoktur, çiftçi emeğiyle sisteme dahil olmuş durumdadır.

TKK’nın piyasa ve sermaye yaklaşımına dair bir başka örneği hatırlamak gerekirse, TKK Suriye’nin Afrin şehrinde üretilen zeytinyağını Dahili İşleme Rejimi yoluyla Türkiye’ye getirip satıyor, bu nedenle yerli zeytinyağı üreticisinin pazar payını baskılıyor. CHP Manisa Milletvekili Ahmet Vehbi Bakırlıoğlu’nun meclis gündemine de taşıdığı bu durum binlerce zeytin üreticisi haneyi gelir kaybına uğrattı ve zora soktu. Dolayısıyla TKK hem üretim, hem de ticaret üzerindeki tahakkümü nedeniyle çiftçi dostu değil, piyasa dostu bir yapıya dönüşüyor.

TKK’nın Türkiye’nin en büyük çiftçi birliği olduğu ve tarımsal nüfusun çıkarlarını temsil ettiği düşünüldüğünde yukarıdan gelen bir talimatla belli ürünlerde indirim yapması birçok çelişkiyi barındırıyor. Her şeyden önce bu uygulama ortaklara ve çiftçilere sorularak yapılmıyor, dolayısıyla burada katılımcı, demokratik bir yönetim söz konusu değil. İkinci olarak hükümetin talebiyle fiyatların düşürülmesi TKK için belli bir kar kaybına yol açacak, bu durum TKK bünyesindeki üreticileri olumsuz etkileyecek; olan yine, küçük üreticiye, çiftçiye olacak. Üçüncü bir sorun da TKK’nın üreticiden ve tüketiciden çok hükümete karşı sorumluluk taşıması, politik bir motivasyonla indirime gitmesi, bu anlamda evrensel kooperatifçilik anlayışıyla hiç bağdaşmayacak bir şekilde özerklik ve bağımsızlığından vazgeçmesi. Sonuç olarak binlerce çiftçi hanesini ve onların çıkarlarını temsil etmesi beklenen birliğin tüm toplumsal, ekonomik hedeflerinden, bölüşümü ve dayanışmayı önceleyecek temel kooperatifçilik prensiplerinden vazgeçmesi ve bunun yerine politik vaazlara sadakat göstermesi kurumsal varlığını tartışmaya açıyor. Adı kooperatif de olsa bu haliyle daha çok parti bürosu gibi görünüyor. 

SOSYAL POLİTİKA BÖYLE BİR ŞEY DEĞİL

Herhangi bir sorunu çözebilmek için önce doğru teşhis etmek gerekir. Ekonomik kriz ve hiperenflasyon ortamında bu tür sadaka tipi çareler bir işe yaramaz. Enflasyon talimatla düşmez. Hükümetin bir an önce krizle ve bu krizin hızlı bir çözümü olmadığı gerçeğiyle yüzleşmesi gerek. Bakanları ya da bürokratları değiştirmek, verileri gizlemek, “Bizi kıskanıyorlar.”, “Halkımız enflasyona rağmen sokağa çıkabiliyor.” söylemleriyle gerçeğin üstünü örtmek hükümetin vadesini artırmaz, tam tersine kurumlara yönelik güven kırıntılarını da ortadan kaldırır.

Bu tür kriz anlarında en alttakilerin, en kırılgan grupların korunması, toplumsal sorunların derinleşmesini, toplumsal patlama olasılığını engeller. Ücretlerin ve fiyatların enflasyona karşı düzenlenmesi uygulanacak politikalardan yalnızca bir tanesi. Ama bunu yaparken referans alınan enflasyon oranının gerçekçi olması gerekir. Kamu hizmetlerinin güçlendirilmesi ve bu sayede hanelerin enflasyona ve ekonomik krize karşı dirençli kılınması bir başka politika seçeneği. Kamusal eğitimin güçlendirilmesi, sağlık hizmetlerinin ulaşılabilir olması, ulaşım ağının güçlendirilmesi hanelerin bu alanlardaki zorunlu harcamaların yükünü azaltır. Üçüncü bir seçenek, üretici, dolayısıyla istihdam yaratan ve gelir artırıcı faaliyetlerin desteklenmesi gerek. Eğer devlet kendisi bir ekonomik aktör olarak üretim yapmıyorsa, yapanın da önünde durmamalı. Sosyal ve dayanışma ekonomileri, yeni girişimciler, yerel ekonomik inisiyatifler desteklenmeli.

Bütün bunlar, kaynak meselesi değil, kaynakların etkin kullanımını ve uygulamaların kapsayıcı olmasını sağlayacak bir akıl meselesi. Bu bağlamda partizan yaklaşımları bir kenara bırakmak, kurumsal işbirliklerini güçlendirmek gerek. Muhalif parti belediyelerini zora sokmak için İstanbul’da Halk Ekmek üretimini engellemek, belediyelerin bağış kampanyalarını engellemek, hesaplarını bloke etmek en hafif tabirle kamu yararının hiçe sayılması demek. Enflasyon ve ekonomik krizle gerçek bir mücadele için tüm kurumların eşgüdümlü hareket etmesi ve hedefe, yani kamu yararına kilitlenmesi gerek. Dünya evrensel temel gelir konuşurken bizim hala 1400 satış noktasıyla temel gıda düzeyinde politika üretmemiz çok yetersiz. Krizden kalıcı olarak çıkmak için ise kurumsal reformlarla piyasada güven sağlamak, yerli girişimcilere destek vererek dışa bağımlılığı azaltmak, ilerici bir vergi modeliyle bölüşümü dengelemek ve gelir dağılımındaki kutuplaşmayı tersine çevirmek gerek.

Artık kimse hükümetin palyatif tedbirlerine kanmamalı, çünkü bu tedbirler her yanından su alan gemiyi batmaktan alıkoyamıyor. Politika yapımı ile propaganda arasındaki farkı görmek gerekiyor. Politika yaparken kamu yararını gözetmek, buna uygun kaynak tahsis etmek, kişisel değil kurumsal stratejileri hayata geçirmek ve bütün bunları akılcı bir bürokrasiyle düzenlemek gerek. Oysa politika yerine propaganda yapıldığında kişisel çıkar kamu yararının yerini alır, kaynaklar da bu çıkara uygun biçimde kullanılır, kurumsal özerklik ve bürokrasinin hukuki temelleri göz ardı edilir. Böyle olduğunda kurum inisiyatifiyle değil, talimatla harekete geçilir, kaynağı belli olmayan sübvansiyonlar, indirimler, destekler ortaya çıkar, kurumlar ne yapacaklarına karar vermek için o kişinin ağzının içine bakar, kıyamet bundan kopar.

Tüm yazılarını göster