Tarz-ı hayat siyasetini anlamak

Hukuki ahlakçılığın baskıcı etkilerini hayatın her alanında hissediyoruz. Bu etkileri “açık giyimli” bir kadın veya Ramazan’da oruç tutmayan bir insan örnekleriyle somutlaştırabiliriz. Çoğunluğun bu insanlardan temel beklentisi “ahlaki” değerlere saygı göstermeleri ve kışkırtıcı olmamaları yönündedir. Ancak kapsamı ve ölçüsü belirsiz olan bu beklenti sıklıkla çoğunluğun galeyana gelmesini açıklayan bir bahane olarak ileri sürülür.

Ahmet Murat Aytaç aaytac@gazeteduvar.com.tr

Nevi şahsına münhasır denebilecek bir özelliğimiz var. Bizde siyasetin aktüel doğrultusunu hayat tarzları belirler. Başka bir deyişle üretim tarzlarından çok, tarzların üretilmesi etkilidir. Siyasal uzlaşmazlıkların odak noktasındaki kayma bu açıdan dikkate değer. Artık ortak değerlerin ne olduğu hususundaki tartışmayı kimse önemsiz diye nitelendiremez. Temelde söz konusu olan laik değerler ile İslam’ın gerekleri arasındaki çatışmadır. Lakin çatışma, son dönemlerde siyasal formunu cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin inşasıyla ilgili meselelerle bir arada kazanmaktadır. Toplum, maneviyatçı ve mukaddesatçı değerler etrafında yeniden bütünleştirilmek istenmektedir. Gündelik hayatın bu yönde dönüştürülmesiyle ilgili sorunlar, siyasal tartışmanın ağırlıklı bir kısmını oluşturuyor. Tüm bunlar devlet ile toplum ilişkisini bir kez de hayat tarzı kaygıları ekseninde ele almayı gerekli kılıyor.

Esas olarak, hayat tarzının bireysel bir tercih meselesi olduğu kabul edilir. Her bireyin maddi ve zihinsel ihtiyaçlarının tatmini için yaptığı bazı tercihler vardır. Bu tercihler, bireylerin sosyal hayat içerisinde kendilerini ayrı bir varlık olarak sunmalarının koşullarını oluşturur. Söz konusu koşulların toplamıysa hayat tarzı ya da eski deyişiyle "tarz-ı hayat" olarak tarif edilir. Hayat tarzı, bu bakımdan, ayırt edici yanıyla öne çıkar. Örneğin, bir kişi için "o tarz sahibidir" dediğimizde veya "bu onun tarzı değil" gibi saptamalar yaptığımızda, onun bireyliğine ve özgünlüğüne gönderme yapmış oluruz. Öte yandan, tarz kelimesinin bütünleştirici bir yönü de vardır. Bu yönü en çok tarzı bir sanat kavramı olarak kullandığımızda görebiliyoruz. Mesela, bir eserin klasik tarzda resmedildiğini söylediğimizde, esasen başka eserlerle paylaştığı bir ortaklığı vurgulamış oluruz. Böylelikle onun tekilliğini aşan bir genelliğin kurallarına tabi kılar, onu bu yoldan kavramış oluruz.

Velhasıl tarz derken biz, parçayı bütün içine yerleştirmeyi, daha doğrusu bireyi grup aidiyetiyle temsil etmeyi kastederiz. O halde tarz kavramı bir yönüyle ayırmayı, öbür yönüyle de bütünleştirmeyi ifade eden bir temsil ilişkisini anlatır. Hayat tarzlarını da pekâlâ bu temsil yasasına uymanın yollarından biri olarak tarif edilebiliriz. İnsanların duygusal ve cinsel yönelimleri, yeme ve içme alışkanlıkları, ev hayatları, tatil yapma ve dinlenme biçimleri gibi faaliyetleri hayat tarzlarıyla yakından ilişkilidir. Bu faaliyetleri belirleyen zevk ve tercihler insanların bireyselliğinin dışavurumu olarak kabul görür. Hayat tarzı, kişinin kendini ortaya koymasının bir yoludur ve bu onun başkaları tarafından nasıl tanınacağını belirler. Yani kişinin öz bilincinin estetize edilmiş bir biçimidir. Bu bakımdan hem bireyin kendini aşan toplumsal gruplara nasıl bağlanacağını hem de diğer insanlardan nasıl ayırt edileceğini gösterir. Kişiyi aşan bir kimlik grubuyla bütünleştirerek onu genellik yasalarına tabi kılar.

İçinde siyasetin hayat tarzlarıyla buluştuğu zemini bu genellik düzeyi belirler. Türkiye siyasetinin yeni “sıcak temas” noktalarını oluşturan alkol tüketimi, kürtaj, kadın hakları, LGBTİ bireylerin hakları, sigara ve uyuşturucu kullanımı gibi konulardaki düzenlemeler, inanç özgürlüğü veya ifade özgürlüğünün sınırları konusundaki tartışmalar bu zeminde boy verirler. Siyasal iktidarın bu hususlardaki tutumu toplumu bütünleştiren değerler manzumesine dayanıyormuş gibi sunulur. Söylendiğine göre toplumu bir arada tutan değerlerin kaynağında aile, cemaat ve din vardır. O halde bu unsurlara zarar verecekmiş gibi görünen her şey baştan genel yarara aykırı ve ortak yaşam açısından kabul edilemezdir. Esasında ortaklıktan veya genellikten anlaşılan düpedüz çoğunluktur. Mevzubahis çoğunluk “Yüzde doksan dokuzu…” diye başlayan abartılı cümlelerde olduğu gibi neredeyse toplumun bütünüyle özdeş tutulur. Hayat tarzlarındaki farklılaşma çoğunluk kurallarınca yönlendirilir ve yaptırıma tabi tutulur.

Nihayetinde bu kurallar ahlak ile hukuk arasındaki sınır çizgisi üzerinde raks etmeseydi bu tartışmayı daha farklı bir şekilde yürütmek gerekecekti. Lakin hukuki ahlakçılığın baskıcı etkilerini hayatın her alanında hissediyoruz. Bu etkileri “açık giyimli” bir kadın veya Ramazan’da oruç tutmayan bir insan örnekleriyle somutlaştırabiliriz. Çoğunluğun bu insanlardan temel beklentisi “ahlaki” değerlere saygı göstermeleri ve kışkırtıcı olmamaları yönündedir. Ancak kapsamı ve ölçüsü belirsiz olan bu beklenti sıklıkla çoğunluğun galeyana gelmesini açıklayan bir bahane olarak ileri sürülür. Ne var ki, Türkiye’de bu sorunlar çoklukla “milli ve manevi değerlere saldırma” veya “halkın bir kesimini tahrik etme” gibi kurallar çerçevesinde hukuksallaştırılır. Yani hukuk, saygı beklentisini saygı gösterme zorunluluğuna, inanç özgürlüğüyse inanca veya ibadete zorlama özgürlüğüne dönüştürmenin aracı olarak kullanılır.

Şimdi bu durumun tüm insanların eşit saygı ve değere sahip olduğu inancıyla derin bir çelişki içinde olduğu açıktır. Yaşam tarzlarına dönük müdahalenin bir insan hakları sorunu niteliğini kazandığı yer de burasıdır. Karşımıza özel hayatın dokunulmazlığı, kişilik hakları, ifade özgürlüğü, aile, din ve vicdan özgürlüğü gibi hakların ihlaliyle ilgili çeşitli, ama bir şekilde bağlantılı ayrıksı bir sorun alanı çıkar. Bu sorunlar, sırf bireylerin hayatına bir müdahale olmanın ötesindedirler. Çünkü bu müdahaleler belli tarza yöneliktir ve aslında bireyin kendini temsil eden grubun değerlerini hedef almaktadır. Aslında birey bir kadın olduğu için işten çıkarılmıştır, bir mezhebe ait olduğu için Ramazan dayağı yemiş, belirgin bir şiveyle konuştuğu için pis işlerde çalışmaya mahkum edilmiştir. Artık siyasal katılım ve demokratik mekanizmaların işletilmesi bakımından da önem taşıyan bir başka boyut ayan beyan görünür olmuştur. Kurumsal çözümlerin önünü tıkayan bu çerçeve, siyasal sistemin hoşnutsuzlukları giderebilme kabiliyetini ortadan kaldırmıştır.

Nitekim bu hoşnutsuzluklar 2013 yılı boyunca devam eden Gezi olayları sırasında viral bir boyutta kendini dışa vurdu. İnsan hakları açısından en vahimi, sayısız hak ihlaline, bir de paramiliter güçlerce veya kolluk kuvvetlerince yapılan bir dizi yaşam hakkı ihlalinin eklenmesi oldu. Olanlar ihlal rejiminin kazandığı yeni biçimi, yani “milli iradeci” perspektifin üstlendiği otoriter misyonu tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyordu. AKP 2007-2011 arasında yaptığı düzenlemelerle “vesayetçi” sıfatını verdiği denetim iktidarını geriletmişti. Gel gelelim, herkes için neyin iyi olacağına karar verebileceği inancında olan pederşahi bir ihlal mantığını onun yerine ikame etmişti. Görünüşte her şey değişmişti. Ama tek bir şey değişmeden kalmıştı: İhlal rejimi. Bu da aslında hiçbir şeyin değişmediği anlamına gelirdi. Yani insan hakları açısından her şey eski tas eski hamam. Türkiye’de hiçbir şeyin değişmeden kalmasını istiyorsanız, her şeyi değiştiriyor gibi görünmeniz şarttır.

Toplumsal hayatın kazandığı bu aldatıcı dinamizm havasını diri tutan şiddet perdesi aralandığında, ortaya çıkan tek gerçek şudur: İnsanların eşit saygı ve değer görmediği bir yerde, insan onurundan söz edilemez. Her yurttaşın hak ettiği hayatı yaşayabilmesi için, öncelikle hayata hakkını vermek gerekir. Hayat tarzlarının güncel insan hakları siyaseti açısından taşıdığı önem de en çok burada kendini açığa vurur. Hayat tarzlarına yönelen ihlaller çok sayıda ve çeşitli olsa da, ortak bir pederşahi mantığa tabi olmaları bakımından birbirini tamamlar niteliktedir.

İhlal rejiminin bu evresindeki en temel mesele ise, hayat tarzlarına uygulanan şiddetin, belli toplumsal kesimleri anayasada tanımlı yurttaşlık haklarına yabancılaştırmasıdır. Bu siyasal yabancılaşma, hak mücadelesinin önündeki en temel gündem maddelerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Yabancılaşmanın nasıl aşılacağı, yani insan onuruna dayalı taleplerin hakların diline nasıl çevrileceğini bulma konusunda Gezi süreci çok fazla miktarda deneyim biriktirmişti. Siyasi iktidarın, insanların kaç çocuk doğuracağı, nasıl eğleneceği veya giyinecekleri gibi konularda kural dayatacak bir “baba” olma rolüne soyunma arzusu belirginlik kazanmıştı. Buna karşı çıkan toplumsal kesimlerse, bu pederşahi vesayet politikasını reddetme ve insanların rüşdünü ispat etme arzusu zemininde birleştiler. Bazılarının ondan “haysiyet ayaklanması” diye söz etmesinin bir nedeni de bu olsa gerektir.

Tüm yazılarını göster